Ölüm, insanlığın yaşaması sonucu ödediği bedeldir. İnsanlar yaşayarak ölüme yaklaşır. Ölüm çoğu zaman akla gelmeyen en büyük gerçektir. İnsana ölümün yüzü soğuk gelir çünkü; ölümde ayrılık vardır. Kimi inanca göre sonsuzluğa, kimine göre karanlığa; sessizliğe ve kimine göre de sonsuz zamana açılan kapıdır ölüm.
Hangi inançta olursanız olun varlığı kabul edilen temel gerçekliklerdendir. Ölüm, hayatın aynası olan edebiyatta da hayat bulmuştur. Edebiyatta ölümün hayat bulması garip bir benzetmedir ama ölümü farklı yaşam biçimi olarak düşündüğümüzde daha anlamlı oluyor. Yakınlarını kaybeden insanlar ölen kişiyi anmak, duygularını ifade etmek ve acılarını hafifletmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Bu yollardan biri, kişilerin ölüm karşısındaki tutumlarını gösteren sagu, mersiye, ağıt vb. türlerdir. Böylece ölenin ardından yakılan ağıtla acı, dilden dile söylenerek hem pekiştirilmiş hem de paylaşılmış olur.
Ölüm ile ilgili şiirlerin yazılmasında dinî, içtimai ve psikolojik sebepler bulunabilir. Son yüzyıllarda ölüm, varlığın başka bir aşamasında devam eden bir kavram olarak değil; durma ânı, yok olma olarak görülmeye başlanmıştır. Eski zamanlarda kabul edilen ölüm fikri, insanların teslimiyetçi bir tavır takınmalarına yol açmışken günümüzde ölüm kaçınılması gereken, dehşet verici bir olay olarak görülmektedir. Bu noktada modernizm ölümlülüğü yapı söküme uğratmıştır. Bununla ölüm ortadan kaldırılmamış ancak beğenilmeyen, önemini kaybeden yabancı bir kavram olarak görülmeye başlanmıştır. Dolayısıyla ölüm ötekileştirilmiştir. Bu bağlamda ölüm olayının sosyal bir olay olmaktan çıkarılıp modernitenin ölümlülüğü yapı söküme uğratarak üstesinden gelebileceği bir hastalıklar dizisine dönüştürmüştür. Bu tür anlam değişmelerine uğrayan, hayatımızdaki en önemli gerçeklerden biri olan ölüm, yeni bir edebiyat anlayışını benimseyen Tanzimat Dönemi şair ve yazarları tarafından da ele alınıp işlenmiştir.
Tanzimat Dönemi’nde ölüm üzerine yazılan şiirlerde birtakım değişikliklerin ortaya çıkması ölüm karşısında takınılan tavır ve davranışlarda farklılaşmaya yol açmıştır. Ölümle ilgili olan bu yeni fikirler Tanzimat Dönemi’nde bir yandan klasik mersiye formunda bir yandan da Batı etkisinden gelen farklı bir formla varlığını devam ettirmiştir. Bu durum bir süre birlikte devam etmiş, zamanla klasik mersiye daha az kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzyıldan itibaren ölüme bakış açısı farklılaşmış, ölüm felsefi olarak sorgulanmaya başlanmıştır. Yeni Türk Edebiyatında ölümü yaşayıp yakınlarını kaybeden şahsiyetlere örnek olarak Abdülhak Hamit Tarhan, Halit Ziya Uşaklıgil, Yahya Kemal Beyatlı, Ümit Yaşar Oğuzcan ve Cemal Süreya’yı verebiliriz.
Abdülhak Hamit Tarhan
Abdülhak Hamit Tarhan, ilk eşi Pirizade Fatma Hanım’ı 21 Nisan 1885 tarihinde Beyrut açıklarında kaybeder, böylece hayatın acı gerçeğiyle karşılaşmış, ölüm duygusunu Makber, Hacle, Ölü, Bunlar Odur adlı eserlerinde dile getirmiştir. Şair, hatıralarında bunların hepsinin Makber olduğunu söyler.
Hamit, ölüm kavramına yüklenen anlamı değiştirdiği için ölüm fikri onda bireysel duygu ve düşüncelerinin yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Hamit’le beraber edebiyatımızda bir ferdî ızdırap devri başlar. Nitekim Makber şiirini bu açıdan ele alabiliriz. Abdülhak Hamit Tarhan, ölüm temini yoğun olarak işlediği Makber adlı eserini ilk eşi Fatma Hanım’ın ölümü üzerine kaleme almış ve derin bir üzüntü yaşamıştır. Bu manzume Hamit’in ölüm hakkındaki düşüncelerini yansıtması açısından önem arz etmektedir.
Fatma Hanım’ın ölümü üzerine Hamit’te daha önceden var olan metafizik sorular artmaya başlar. Bu durum onun isyan ve teslimiyet arasında gidip gelmesine yol açmıştır. Abdülhak Hamit Tarhan, bu şiirinde duygularını dile getirerek Fatma Hanım’ı zihninde ve hatıralarında yaşatmak istemiştir. Kendisi bu durumu hatıralarında şöyle dile getirir:
“Kırk gün, sanki onunla hem-civar ve hem-hâl olmak için, yer katında bir odada Makber’i yazmaya başladım. Öteki makberi ise her gün Ahmet Ağa ile beraber ziyarete gidiyordum. Ma‘şuka-i sâniyem bulunan nâzenin-i edebiyat ise bana ilham-ı hayat etmekten hâli kalmıyordu. Hatta onun aşkıyla bir de Hacle bina etmiştim. Makber’le Hacle birbirine zevc ile zevcedir. Bunlar Odur eserindeki şiirler de o kabilden sânihalardır.”
Eşinin ölümü üzerine yazdığı bu şiiri “fena bulmuş bir vücudun bekası” için yazdığını söyleyerek tezatlı düşünce yapısının örneğini sergiler. Makber şiiri ve mukaddimesi Türk şiirinde yeniliğin ve ferdin ortaya çıkışının beyannamesidir.
Halit Ziya Uşaklıgil
Halit Ziya’nın gerçek hayatta yaşadığı acılar eserlerine etki etmiş ve bu acılar bazı eserlerinin konusunu oluşturmuştur. Kırk Yıl adlı hatıratında, ölümün kendisini sık sık yokladığını ve aile üyelerini birer birer aldığını ifade eder. Amcazadesi Süleyman Tevfik Bey’in intiharı, eşi Memnune Hanım’ın on beş yaşındaki kardeşinin vefatı ve Uşakizade ailesinin en yaşlı üyesi dedesinin kaybı, onda bu fikrin oluşmasına neden olmuştur.
Evlilik yıllarının başında ilk çocuğu Vedide’nin vefatı ve bu matemin sonunda eşinin uzun süren rahatsızlığı Halit Ziya’yı derinden etkileyen olaylardandır. Bu nedenle Halit Ziya Uşaklıgil hayatında duyduğu, gördüğü, yaşadığı kırık hayatları anlatmıştır. Yazarın ifadesiyle ölümün orağı ailesinden birçok sevdiği insanı almış ve Uşaklıgil bir yandan bu acıları yaşarken diğer yandan da büyük kızı Hatice Bihin’in büyüyüp serpilmesi, oğlu Halil Vedat’ın dünyaya gelmesiyle hayatla olan bağını devam ettirmeye çalışmıştır. Yazar hatıratında bu durumu dile getirmektedir.
Halit Ziya’nın yaşadığı acılar bunlarla kalmamış ve otuz beş sene büyük bir özveri ve itina ile büyüttüğü oğlu Halil Vedat, 2 Aralık 1937’de intihar ederek yaşamına son vermiştir. Tiran Elçiliği Başkâtipliği’nde bulunan Halil Vedat, Dışişleri Bakanlığı’nda dönen entrikalar yüzünden terfisi sürekli engellendiği için bunalıma girdiği bir zamanda uyku hapları alarak intihar eder. Bu olay üzerine Halit Ziya, 1940’da Son Posta’da tefrika edip daha sonra kitap haline getirdiği “Bir Acı Hikâye” adlı eserini yazarak acısını hafifletmeye çalışır. Bu hatıratında Halit Ziya Uşaklıgil, oğlunun ölümüne gerekçe olarak terfisini beklediği bir zamanda hiçbir sebep gösterilmeden, ne için alındığı bilinmeyen bir kararla vekâlet emrine alınmasını göstermektedir. Bu duruma katlanamayan Halil Vedat, çok miktarda uyku ilacı alarak hayatına son vermiştir.
Mezardan Sesler adlı küçük ve hacimli eserinde insan, ölüm, hayat, varlık, hiçlik, dünya, fena, beka gibi konularla ilgili duygu ve düşüncelerini mensur şiir tarzında işleyen Halit Ziya, bu eserini çok sevdiği annesi Behiye Hanım’ın vefatı üzerine duyduğu derin üzüntüyle kaleme almıştır. Bu mensur şiirde yazar, yağmurlu ve kasvetli bahar günlerinden sıkılmış ve yağmurun dinmesiyle dolaşmaya çıkmıştır. Ayakları onu istemsizce mezarlığa götürür. Dalgın bir şekilde mezarlığı dolaşır, o esnada gözü kitabesinde “Zâir… Sen bir hiçsin!..” ibaresi yer alan bir mezar taşına ilişir. Bunun üzerinde düşünmeye başlarken başı döner ve bir mezarın kenarına oturur.
Yorgun düşünce mezarlıktan çıkamaz ve geceyi orada geçirir. Daha sonra kenarına oturduğu mezardan korkunç bir ses işitir. Halit Ziya, bu eserin kendisini saran ölümün nefesinden doğduğunu, bu kitap bittiğinde kendisinden derin bir inşirah nefesi çıktığını ve bu nefesin kendisini matemden sıyıran avutucu bir nefes olduğunu dile getirmektedir. Bu eserinde Halit Ziya’nın annesini kaybetmenin acısıyla ölüm ve hayat üzerinde düşünmeye başladığı, duygu ve düşüncelerinin bulanıklaştığı görülmektedir.
Cemal Süreya
1931’de Erzincan’da doğan Cemal Süreya; asıl adıyla Cemalettin Seber, ailecek Bilecik’e sürgüne gönderildiklerinin altıncı ayında, 1938 senesinde annesi Gülbeyaz’ı kaybeder. Gülbeyaz, düşük yapmış, kanama durdurulamayınca henüz yirmi üç yaşındayken hayata veda etmiştir. O zaman Cemal Süreya yedi yaşındadır. Cemal Süreya’da kadın imajı, erken yaşta kaybedilen anne kadın motifi şeklindedir. Cinsel içerikli imajlarında bile kadın, anne rolünde koruyucu kimliğiyle karşımıza çıkar. Babası Hüseyin Bey’i ise –o zamanlar Nafia şoförü- 1957 Haziranında bir trafik kazasında kaybeder. Bu hazin olayı günlüklerinde anlatır:
“Babamın trajik ölümünü anımsıyorum; kız kardeşlerim, halam, başkaları, kendilerini yerden yere atıyorlardı. Benim gözümden yaş gelmemesi o günlerde dedikodu konusu bile olmuş. Bir süre sonra kız kardeşlerim, halam, başkaları gerçeğe alıştılar. Ama benim içimdeki düğüm çözülmedi. Üç yıl sonra Aksaray’da (Sezai’ye anlatmıştım), on üç yıl sonra Beykoz’da gittiğim kahvelerde birçok kez babamın az ilerideki masada oturduğunu gördüm. Çayını içiyor, az sonra da kalkıp gidiyordu. Yanılsama, evet. Ama neden bütünüyle işlemiyordu yanılsama? Niçin yanına gitmiyordum?”
Küçük yaşta ölümle tanışan Cemal Süreya, şiirlerinde ve günlüklerinde ölüm temasını işlemiştir. Bu duygu onda hayatının bir gerçeği olarak yer etmiş ve ölüme bu perspektiften bakmıştır. Dört yaşında kardeşi Kemal’i, yedi yaşında annesini, yirmi altı yaşında babasını kaybetmesi bu durumu açıklar mahiyettedir. Ölümün soğuk yüzüyle ilk kez henüz dört yaşındayken kardeşi Kemal’in kaybıyla karşılaşan şair, babasının kollarında kardeşini taşıdığı ve mevsimin kış olduğu ile ilgili izlenimlerini daha sonra Güz Bitiği’ndeki “Bir Kış” şiirinde dile getirecektir. Burada ölüm, kış göğü gibi belirsiz ve kasvetlidir. Ölüm bütün görüntüleri silmiş, yalnızca işitme duyusu kalmıştır. Ölümün işitme duyusuyla belirtilmesi ağıtı çağrıştırmaktadır. Şair, ölümün kendi üzerindeki etkisini şu sözlerle dile getirmektedir:
“Çocukluğumda bir yakınımın öldüğü evde bir başıma kalamazdım, korkardım. Aylarca sürerdi bu. Ölümden değil (öleceğime inanmazdım), ölünün kendisinden korkardım. Oysa yabancı bir ölünün başında sabaha kadar bekleyebilirdim. Bunun kendi üzerimde açıklamasını yapabilmiş değilim. Bugün de bir yakınımın cenazesine kolay gidemem. Büyük bir sorundur benim için.”
Cemal Süreya‘da ölüm fikri, fiziksel bir değişmeden ya da felsefi ve metafizik bir kaynaktan doğmaz. Gerçek hayatta yaşadığı kayıplar onda eksiklik ve yalnızlık duygusunun oluşmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla şairin ferdi bilinçaltından gelen duygu yoğunluğunun bilinçli bir şekilde mısralara aktarılması söz konusudur. Hayatı kısa bulan şair, bunu “Kısa” şiirinde dört kelime ile ifade eder; “Hayat kısa/Kuşlar uçuyor “Lacivert bir çıngıraktır ölüm” dizesiyle de ölümü somutlaştırır.
Kaynak:
-SAYIM, B. Yeni Türk Edebiyatında Ölüm Acısını Yaşayanlar. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 3(1), 34-54.
-öne çıkan görsel kaynak: https://www.araguler.com.tr/tr/istanbulphotos2.html