‘’Sanatın işlevlerinden birisi de insanlara kendi deneyimlerini anlamalarını sağlayacak kelimeler bahşetmesidir. Öykücülük kim olduğumuzu ve ne istediğimizi bize anlatan bir vasıtadır.’’
‘’İnsanlar rahat etmek isterler fakat yalnızca bu istekten uzaklaştıkları mühletçe onlar için umut vardır.’’ Emerson kişisel gelişimin anahtarını bu cümleyle izah eder. Bu yolda bize sanattan daha yardımcı olacak bir mefhum yoktur. Sanat bizi uyarır, uyandırır, körleştirici rutinlerimizi bıçak gibi keser. Dünyaya bakışımızı, gerçeği kavrayışımızı, güzel olanı anlama kabiliyetimizi geliştirerek, umut havsalamızı genişletir.
Sanatın bu işlevini Ursula K. Le Guin (21 Ekim 1929 – 22 Ocak 2018) hezarfen deniz koruma uzmanı Jonathan White ile yaptığı söyleşide yansıtır. Ara sıra kedisi Lorenzo veya beylik saatinden gelen seslerle bölünen, çay üzerine hararetli bir muhabbet esnasında Le Guin White’a şunları söyler:
Çoğu yetişkinin günlük işleri o kadar ağır ve suni ki dünyaya neredeyse tamamen kapalıyız. İşlerimizi yerine getirmek için bunu yapmak zorundayız. Bence sanatın bir gayesi de bizi bu rutinlerden çekip almasıdır. Müzik dinlediğimizde, şiir veya hikaye okuduğumuzda dünya bize yeniden açılıverir sanki. William Blake’in dediği gibi nefes almaya başlarız ve algımızın pencereleri temizlenir. Aynı şey çocukların veya kendini dünyaya kapatma alışkanlığı edinmemiş olan yetişkinlerin yanında olduğumuz zaman da gerçekleşir.
Le Guin, Kandinsky onun ruhsal ögelerini yücelttikten bir yüzyıl ve Susan Sontag onun ‘’etik bir sorumluluk’’ olduğunu telakki ettikten on yıl sonra; sanatın dünya kültüründe kutsallık ve ahlaki amaç mefhumlarını yeniden dirilttiğini ileri sürer:
Kültürümüzde öykücülük kutsal kabul edilmez, ona yılda bir gün bile ayırmayız. Teşkilatlı din kutsal addetmedikçe hiçbir şeyi kutsal tutmayız. Bazıları eserlerinin bu şekilde damgalanmasına karşı çıksa da sanatçılar kutsal bir çağrıyı takip ederler. Sanatçılar kendilerini ifade edebildikleri bir ortama sahip oldukları için şanslıdırlar bu beraberinde kutsallık ve yüksek sorumluluk getirir. Bu şansı doğru şekilde kullanmalıyız. Neden doğru şekilde kullanmalıyız? Çünkü tüm mesele budur: o ya büsbütün doğru olacaktır ya tamamen yanlış.
Albert Camus’nun hakikat ve mana arasındaki fark üzerine düşüncesini anımsatan Le Guin, ömrünün son 65 senesini bir tarihçiyle evli olarak geçirmesi hasebiyle, geçmişte yaşanmış olaylar ve onların seçici bir şekilde tarih dediğimiz mefhumda yeniden aktarımı arasındaki farkı şöyle izah eder:
Tarih, tıpkı efsane, masal veya romanlar gibi öykü anlatmanın başka bir yoludur. Fakat son yüz yılda tarih, hakiki ve nesnel gerçek iddiası sayesinde diğer öykücülük türlerini geride bıraktı. Bilim insanı olma yoluna giren tarihçiler tarihin dışında durdular ve olayların nasıl cereyan ettiğinin hikayesini anlatmaya başladılar. Tüm bunlar son yirmi yılda kökünden değişti. Artık tarihçiler nesnel gerçek yalanına sadece gülüp geçiyorlar. Her çağın kendi tarihi olduğu ve eğer nesnel gerçeklik varsa ona kelimelerle erişemeyeceğimiz konusunda mutabık oldular. Tarih bir bilim değil, sanattır.
Elbette burada bir paradoks doğuyor: tarih anlayışımız yazılı belgelere dayandığı için, kelimeler hem gerçek arayışındaki ışık huzmelerimiz, hem tahrif silahlarımız. Kelimeleri bazen gizlemek bazen de açığa çıkarmak için kullanıyoruz. Bu ikiliği Hannah Arendt siyasette yalan söyleme üzerine derin incelemesinde ele almıştı. Kelimelerin dönüşümsel potansiyeli üzerine etkileyici yazıları olan Le Guin, Toni Morrison’ın dilin gücü ve sorumluluğu üzerine yaptığı Nobel Ödülü kabulü konuşmasını yankılar ve gerçeğin resmini kelimelerle çizmenin zorluğunu anlatır:
Bir yazar olarak, dilin hakikaten kayda değer olmasını ve kastettiği anlamı iletmesini istersiniz. İşte bu yüzden yazar, kaba iletileri hariç hiçbir anlamı olmayan siyasilerin dilinden mümkün olduğunca uzak durmalıdır. Eğer siz de benim gibi sözlerin eylem olduğuna inanıyor iseniz, o zaman yazarları kelimelerinden sorumlu tutmalısınız.
Le Guin, metaforlarımızın düşüncemize etkisini göz önünde bulundurarak ekler:
İngilizceyi yeniden yapılandırmadan toplumumuzu yeniden yapılandıramayız. Bunlar birbirine bağlıdır. Birçok insan savaşçı olmak, mağlup etmek, savaşmak gibi savaş ve çatışma çağrışımı yapan ve bunların yayılmasını sağlayan metafor denizinden bıkmış durumda. Buna karşılık olarak şunu diyebilirim ki; bu savaş metaforlarının bilincinde olduğunuz zaman onlara karşı ‘’savaşmaya’’ başlayabilirsiniz. Bu bir seçenek. Bir diğeri ise çatışmanın sadece bir duruma karşı insan müdahelesi olmadığının farkına varmak, ve direnç göstermek, zeka ile alt etmek veya yıkmak gibi farklı metaforlar üretmeye başlamaktır. Bu minvalde bir bilinç birçok yeni tutuma gebe olabilir.
Le Guin, edebiyatın dil haznemizi zenginleştirerek kendi deneyimlerimizi anlama yetimizi artırmasına dikkat çeker:
Sanatın işlevlerinden birisi de insanlara kendi deneyimlerini anlamalarını sağlayacak kelimeler bahşetmesidir. Her kültürde sessizliğin hüküm sürdüğü bazı alanlar vardır. Sanatçının bir görevi de bu alanlara girmek ve o sessizliğin sesi olmaktır. Şiir okumamızın bir sebebi de budur, çünkü şairler bize ihtiyacımız olan kelimeler devşirirler. İyi bir şiir okuduğumuzda dilimizden sıkça şu sözlerin döküldüğü duyulur, ‘’Evet, işte bu. Ben de böyle hissediyordum.’’
James Baldwin’in ‘’Sanatçı, görevi kim ve ne olduğun hususundaki keder ve sevinci fark etmeni sağlamak olan bir tür duygusal veya manevi tarihçidir.’’ Savını akla getiren Le Guin ekler:
Öykücülük kim olduğumuz ve ne istediğimiz sorularının cevabını almamıza yarayan bir vasıtadır. Yaşadıklarımızın tanımını bir şiir veya hikayede bulamamışsak, yaşadıklarımızın bir değeri yok demektir.