19. yüzyılda gelişen Sembolizm, ilk aşamada bir edebiyat akımı olarak ortaya çıkmış ve sonrasında hızla sanatta kendine yer bulmuştur. Sembolist ressamlar yeni teknolojilerin, bilimsel düşüncelerin ve natüralizm gelişmelerini reddetmiş, bunlar yerine düşünce ve duyguya değer vermişlerdir. Sembolistlerin yazıya olan düşkünlüğü göz önüne alındığında Sembolizm ve mitolojik temalar el ele yürümüştür. Sembolist sanatçılar, antik mitolojiden ilham almış, bunun sembollerini kendi hayal dünyalarını yaratmak için kullanmışlardır.
Çeviren: Elif Dağatar
Oedipus ve Sfenks
Yukarıdaki tabloda Yunan kahraman Oedipus, Sfenks ile yüz yüzedir. Sfenks; kadın kafalı, aslan gövdeli ve şahin kanatlı mitolojik bir varlıktır. Hikayelere göre Sfenks, Teb şehrine dehşet saçar, yoldan geçen herkese bir bilmece sorardı: “Hangi varlık sabah dört, öğlen iki, akşam üç ayaklıdır?” Yanlış cevap veren herkes o dakika canavar tarafından yutulurdu. Resmin alt kısmında bu insanlardan geriye kalanlar görülebiliyor. Oedipus bilmeceyi çözmüş böylece de şehri kurtarmıştır. Bilmecenin cevabı; bebekken emekleyerek dört, yetişkinliğinde iki ve yaşlandığında bastonuyla üç ayak üstünde yürüyen ‘insan’dı.
Kadın, Sembolizmin en sevilen konusu haline gelmiştir. Genellikle tehlikeli ‘femme fatale’ rolünde resmedilmişlerdir. Kadın başlı Sfenksin; erkeklerin, kadınların gerçek hayatta sürekli değişen statüsüne karşı duydukları korkuyu temsil ettiği hakkında tartışmalar vardır. Resme baktığımızda ise Oedipus ve Sfenks’in bakışlarından, Oedipus’un büyülendiği görülebilir.
Fransa, Sembolizm akımının doğduğu yer, Gustave Moreau ise akımın liderlerinden biriydi. Özenli çizimi ve renk seçimiyle tarzı, Rönesans sanatını anımsatmaktadır.
Jüpiter ve Semele
Yukarıdaki tabloda, Romalı tanrı Jüpiter (Zeus), bütün haşmetiyle ölümlü sevgilisi Semele ile birlikte görülür. Hikâyelerde, Jüpiter’in kıskanç eşi Juno (Hera), genç kadının bakıcısı kılığına girerek Semele’i, Jüpiter’den bütün haşmetiyle karşısında belirmesini istemesi için kandırır. Juno, Jüpiter’in ilahî gücünün Semele’i öldüreceğini bilir.
Tabloda, Jüpiter’in gerçek gücünü kaldıramayan ve şimşeğiyle vurulmuş Semele’yi, Jüpiter’in kucağına yığılmış bir halde görüyoruz. Onun hemen altında gözlerini kaçırmış kanatlı bir figür görünüyor. Bu figür, Semele ve Jüpiter’in doğmamış oğlu tanrı Baküs (Dionysos)’ten başkası değildir. Öyküye göre Jüpiter, ölen kadının karnından Baküs’ü alıp kendi baldırına yerleştirmiştir.
Jüpiter’in tahtının altında bir seri alegorik figürler görmekteyiz. Sol tarafta ise kanlı bir kılıç taşıyan Ölüm’ü görüyoruz, buradaki görevi sona ermiş. Ortada, vahşi doğanın tanrısı ve Baküs’ün takipçisi Pan’ın sembolü olan bir kartal görünüyor. Onun hemen arkasında saflığın sembolü olan bir Zambak tutan Hüzün duruyor. Kanvasın iki tarafını melekler süslüyor. Altta, kafasının üstünde bir hilal duran gecenin ve büyücülüğün tanrıçası Hekate bekliyor.
Moreau, Tanrı’nın gücünün ilahî bir tasavvurunu yaratmak için hem Hristiyan hem de Pagan imgelerini karıştırmıştır.
Pandora
Pandora, Yunan mitolojisinin ‘Havva’sıdır. Hephaistos tarafından topraktan yaratılan ilk kadındı kendisi. Tanrılar en iyi dileklerini ona bağışlamıştı. Örneğin; Athena ona dokumayı öğretmiş, Afrodit onu güzel yapmış, Hermes ise ona atik ve meraklı bir zihin vermiştir. Böylece, bütün teberruya sahip anlamına gelen Pandora ismi oluşmuştur. Her nasılsa, tanrılar ona, insanlığı etkileyebilecek bütün kötülükleri barındıran bir kavanoz veya kutu vermiştir. Öyküde, Pandora merakına yenik düşüp kutuyu açarak içindekileri dört rüzgara teslim ediyor. Korkup hemen kapağını kapattığı için içerisinde tek bir şey kalıyor, umut.
Resimde, kutunun kapağını açmadan dakikalar öncesinde Pandora’yı görüyoruz. Tablo 1914’e dayanıyor, Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı ve umudun kutunun içinde saklı kaldığı seneye.
Dokunuşlar (Caresses)
Fransa’dan yola çıkan Sembolizm, kuzey kesim başta olmak üzere Avrupa’ya ulaşmıştır. Belçida’da Fernand Khnopff ve onun tablosu ‘Caresses’ı görüyoruz.
Geniş bir alanda bir adamla çita görünümlü bir kadın duruyor. Bu iki figüre bakınca ikisinin de orada olmaktan pek memnun olmadığını görebiliriz. Adamın suratında tuhaf bir hal var belki de bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünüyordur. Yanındaki canavar ise yüzünde bir gülümsemeyle halinden memnun duruyor. Khnopff, bu resmi yaparken hangi mitin onun ilgisini çektiğini belirtmemiş. Muhtemelen, Moreau’nun Oedipus ve Sfenks hikâyesinden ortaya çıkan bir yorumdur. Buna işaret eden unsurlardan biri de her iki resimde de adamın tuttuğu mızraklardır. Bir kez daha Sembolist sanatçının hem çekici hem de tehlikeli kadınlara duyduğu hayranlığı görüyoruz.
Danae
Danae’nin hikâyesi sanatçıları çağlar boyu etkilemiştir. Öykülere göre Danae, Argoslu Kral Acrisius’un kızıdır. Kral, Danae’nin çocuğunun onu öldüreceğine dair Kahin’den bir kehanet duyar. Kadere karşı gelmek adına kızını zindana hapseder. Yine de kurnaz Jüpiter kendini altın bir yağmura dönüştürerek kızın odasına girmeyi başarır. Birlikteliklerinden Perseus doğar ve yıllar sonra kehaneti yerine getirerek dedesini öldürür.
Bu resimde Gustav Klimt Sembolizmi, Art Nouveau estetikleriyle süsler. Danae’de, tabloyu genç bir kadın ile altın bir yağmur kaplar. Mor örtü, asil kanını; Art Nouveau tasarımlar da feminen doğayı temsil eder. Sanatçı, feminen seksüelliğini içten bir biçimde yansıtmıştır. Fakat ağır süslemeler bu cinsel gerilimi bastırır.
Merlin’in Ayartılması
Edward Burne-Jones, genellikle Raphelite öncesi akımında değerlendirilir. Ne var ki çalışmalarında Sembolizm kadar Estetizmden unsurlar da kullanır. Burne-Jones’un tabloları, Avrupa boyunca Sembolist sanatçılara ilham kaynağı olmuş, onu bu akımın öncüsü hâline getirmiştir.
The Beguiling of Merlin, Merlin ve Nimue hikayesinin zirve anını betimlemekte. Genç kadın, büyücünün altında eğitim görmüş, büyü sanatının sırlarını öğrenmiştir. Merlin ona aşıkken, Nimue ona ihanet eder. Merlin’in büyü kitabını çalarak onu bir ağaca hapseder.
Bir başka femme fatale fakat bu seferki bir büyücü. Victoria dönemi insanlarına göre büyücüler, eğitim görmüş kadını temsil ederdi. Nimue gibi öyküleri, eğitilmiş bir kadının topluma karşı oluşturduğu tehditleri göstermek için kullanmışlardır.
Laus Veneris
Burne-Jones’un bir başka çalışması da Alman destanı olan Tannhäuser’den uyarlanmıştır. Destana göre şövalye Tannhäuser, Venusberg’de Venüs’ü evinde bulmuş ve kendini dünyevi zevklerden oluşan bir hayata bırakmış. Daha sonra bunun pişmanlığı ile günah çıkartmak için Roma’ya gitmiş. Papa onunla dalga geçerek ona ‘affedilme şansının papalığın çiçek açması kadar olduğunu’ söylemiş. Şövalye harap halde Venüs’e geri dönmüş. Nasıl olduysa üç gün sonra papalığın mucizevi bir biçimde çiçek açtığının haberi gelmiş. Hemen bir arama grubu kurulmuş ama çok geç kalmışlar, Tannhäuser’den bir daha haber alınamamış.
Tablonun Latince ismi ‘Venüs’ten Övgü’ anlamına gelir. Bu çalışmada Burne-Jones, şatafatlı ve şehvetli bir hava yaratmıştır. Tabloda Venüs, dört müzisyen tarafından eğlendirilirken yorgun bir hâlde dinlenir vaziyette resmedilmiş. Çevresini seyrederken dalgınca elini saçlarından geçiriyor. Müzisyenlerin hemen arkasında, açık pencereden askerlerin Tannhäuser’i nafile arayışını görebiliyoruz.