1914’te Çinhindi’nde doğan Duras’ın; “Yazmak“, “Genç İngiliz Havacısının Ölümü”, “Roma”, “Saf Sayı”, “Resim Sergisi” adlı beş denemesini topladığı bu kitabında esere de ismini veren “Yazmak” üzerinde duracağız. Bu kez ezberlenmiş ve biçimsiz tarifinden ayırıyoruz “yazma” eylemini ve onun beraberinde getirdiği sancılarına Marguerite Duras’la bakıyoruz.
Yazan: Gizem Kural
Yazmak nedir? İnsan neden ve nasıl yazar? Kimi zaman düşünülmeye bile değer görülmeyen bu mesele hakkında bir şeyler söylemek üstelik bir de bunu farklı söylemek zor olsa da Duras’ın tarifleri farklı izahlar kazandırıyor. Yazmak için girilmesi gereken süreç ve kişinin bu süreçteki duyusal seyri, onun için yazmaya hazırlık evresinin bazı şartlarından ibaret değil. Aksine bu bir hazırlık değil itilmişlik durumu onun için. “İtilmişlik” ifadesini kullanabilmek için Duras’ın da tariflerinden düşürmediği “yalnızlık”, “yabanıl olma”, “tek başınalık”, “kuşkunun mutlak varlığı” gibi seçimleri gerekçe veriyor.
Yazma eylemi, kişinin dikkatlerine ve sebeplerine göre tarif değiştirebildiği gibi Duras’ta hissedilen bu itilmişlik durumunun keskin tarafı, yazdığı mekân bahsinde daima bir evin bulunması oluyor. Sokakta bir bankta, parkta ya da vapurda yazan yani yazma eylemi için kendini soyutlama ihtiyacı hissetmeyen yazarlara bakıldığında Duras’ın yalnızlık hissini ölçtüğü mekânların hep evler olması dikkat uyandırıyor:
“İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil içinde. Parkta kuşlar var, kediler. İnsan parkta yalnız değil ama evin içinde öyle yalnız öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor.” (Duras, 15)
“Bu ev yalnızlığın yeri. Oysa sokağa bakıyor, meydana, çok eski zamanlardan gelen, küçük bir göle, kasabanın okul binalarına bakıyor… Evde yalnızdım. Bu eve kapandım. Sonra da sevdim o yalnızlığı. Bu ev, yazı evi hâline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da, bahçeden. Bu evin içinde boydan boya yürüyebilirsiniz. Evet gidip gelebilirsiniz de.” (s. 18)
Yalnızlık, yabanıl olma, kişide kuşkunun mutlak varlığı… Kişideki itilmişlik durumunu tekrarladığına ikna ettiren bu ifadeler, Duras’taki “yazmak” zincirini adeta halka halka kurmaktadır. Yalnızlık ona göre bir sonuç değil bir tercihtir. Herkes gibi düşünmeyip herkes gibi olmamak, önceden varılmış yerlere uğramamak için seçilen bu yalnızlık, yazarın kendiyle olan mücadelesini de barındırır. Yazar yalnızlığını yaratma nedenini de verir: “Şimdiye kadar yazamadığım biçimde yazabilmek için. Ama henüz benim de bilmediğim, daha hiç kararlaştırmadığım, kimsenin hiç kararlaştırmadığı kitaplar yazmak için.” (s. 15)
Tercih edilmiş bu yalnızlık kişiyi yabanıl hâle getirmektedir. Bir evin sınırları dışına taşmamak ve o sınırlarda tek başınalığı kollamak, yazabilmek için bir aşama olsa da insanı akıştan, yaşamdan ayırmaktadır. Öyle ki Duras’ta da bunun şaşkınlığı kendini gösterir. Sadece başkalarıyla değil şimdiye dek kendisinin de yazmış olduklarıyla mücadele eden yazar, bu şekilde geçirdiği vaktin gerekçesini vermektedir:
“10 yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı.” (Duras, 15)
Yalnızlık kişinin şahsi gözetimini kurduğu noktadır. Duras’ın, yazan birinin insanlarla arasına mesafe koyması gerektiğini söylerken dikkat çekmek istediği de budur: Yazarın ve yazılı şeyin yalnızlığı. Duras’a göre yazar, yazmaya başlamak için bu yalnızlığın sorgusunu evin içinde atılan her bir adımda, günün her saatinde ister dışarıdan gelen ister gün ortasında yakılan lambalardan düşen her türlü ışık altında yapar (s.16) fakat bunun cevabını vermek kalabalıklarla mümkündür. Yalnızlık kişide farklı gözetimler oluştursa da onların sahip olduğu fark ancak fazlalıkların sıradanlıkları arasında belirecektir:
“Evde bir sürü insan olduğunda ben, aynı zamanda hem daha az yalnız hem en çok ihmal edilen kişi oluyordum. Bu yalnızlığı anlayabilmek için akşamı atlayıp geceye gelmek gerekir.” (s. 26). Gecenin de meseledeki payı atlanamaz: “Kurtuluş, gecenin yerleşmeye başlamasıyla gelir. Dışarıda çalışma durduğunda. Geriye o lüks kalır, sahip olduğumuz gecenin içinde yazma lüksü.” (s. 46)
Sahip olunan o gecelerdeki yazma lüksleri ve o gecelerde doğan yazılar, kitaplar “yazılanın hiçbir şeye benzemediği” gibi eleştirilere maruz kaldığında Duras’ın dikkat çektiği yazarın ve yazılı şeyin yalnızlığı da buluşmaktadır.
Duras’ın yazma eylemi için çektiği bir başka dikkat ise yine yalnızlıktan doğduğuna inandığı bir kavram olan kuşkudur:
“İnsanın yaşamında bir an gelir ve sanırım bu, yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız. …Ve bu kuşku kendi çevresinde büyümeye başlar. Bu kuşku yalnızdır, yalnızlığın kuşkusudur. Ondan doğmuştur, yalnızlıktan.” (s. 22)
Yalnızlıkla gelen bu kuşku, aslında yazmaktır çünkü daima zihni meşgul tutar, kabullerin arkasında bekletmez kişiyi. Daima düşünecek, söylenecek yeni bir şey verir insana. Yalnızlıkla işlenen kuşku, yazmaktır. Kuşkunun yokluğunda ise yalnızlık fikri sarsılır. Öyle ki sarsılmış bir yalnızlık fikri yazmayı da ihtimalden kaldırır. Duras’ın da ifadesi buna dikkat çeker:
“İnandığım bir başka şey de insanı yazmaya yönelten bu ilk kuşku devinimi yoksa yalnızlığın da olmadığıdır. Şimdiye kadar kimse iki sesli yazmamıştır. İki sesle şarkı söylenmiş, müzik yapılmıştır, tenis de oynanmıştır ama yazmak, hayır. ” (s. 23)
Marguerite Duras’ta okunan “yazmak” eylemi başını yalnızlık halkasının tuttuğu bir zincirdir. Yalnızlığı, yabanıl olma ve kuşku izler. Tüm bunların sonunda ise son halka var olmuş bir yazıdır, yazmaktır.
Duras’ın sözleriyle bitirmek gerekirse zaman zaman krize dönüşse de:
“Yalnızlık, o olmadan hiçbir şey yapamayacağımız şeydir. O olmadan hiçbir şeye bakamazsınız. Bir düşünme biçimi, akıl yürütme biçimidir. (s. 30)