Kara film (neo-noir) türü ilk kez 1940’larda, erken dönemdeki gerçekçi polisiye sinemasının başarısı sayesinde popüler hâle geldi. Gizemli özel dedektifler, baştan çıkaran kadınlar ve düzenbazlık ve cinayet içeren yasa dışı planlarla dolu olan ucuz romanlardan esinlenen bu filmler, kitlesel bir izleyici için büyük eğlence sağladı. John Huston’ın 1941 klasiği “Malta Şahini” Neo-noir türünün en iyisi olabilecek erken örneklerinden biriydi.
Neo-noir sinema bu erken başarılara bir cevap olarak 60’larda ortaya çıktı. Bu filmler hem görsel hem de ahlak açısından grilerdi; eski polisiye romanının tarzında olan düzenli bir şekilde hikâyelerini sonlandırmak yerine zalim bir dünyanın ortasında soyutlanma, yalnızlık ve sosyal eşitsizlik temalarına değindiler. Kara film etkisi, özellikle New Hollywood ve uluslararası sinema üzerinde güçlüydü ve bugün bile film yapımcılarını etkilemeye devam ediyor.
Neo-noir sinema etiketlenmesi zor bir türdür, bu klasik hikâyelerin unsurları var olur iken birçok neo-noir; kovboy, aksiyon-gerilim, bilim kurgu ve hiciv dahil olmak üzere diğer türlerle de kesişir. Bu akılda tutularak, şimdiye kadar yapılmış en iyi 12 neo-noir film sıralandı.
12. Uzun Veda
Robert Altman, Raymond Chandler’ın çoğunlukla 40’larda basılan romanlarını, 1973 bağlamında, bu süreçte kara filmin özel dedektiflerinin komik yanlarını yakalayarak yeniden yansıttı. Altman bir ton ustasıdır; “Uzun Veda”nın olayları korkutucu ve genellikle rahatsız edicidir, fakat Chandler’ın ünlü dedektifi Philip Marlowe olarak Elliot Gould, karakterin gülünç olan bezgin bir tarafını bulur. Oyuncu kedileri ve tatlı komşularıyla neşeli şakaları arasında, Marlowe klasik bir özel dedektif değildir. Gould’un tüm zamanların en iyi performanslarından biridir.
Marlowe, Meksika sınırına yolculuğunda yardımını alan eski arkadaşı Terry Lennox’tan (Jim Bouton) şaşırtıcı bir ziyaret alır. Buna önem vermeyen Malowe, sonrasında Terry’yi cinayetle suçlayan dedektifler tarafından sorgulanır. Marlowe, suçlamaların geçerliliğinden şüphelenir ve iddialı yazarlar, uyuşturucu bağımlıları ve yerel gangsterleri içeren bir dizi belaya yol açan vakayı kendisi incelemeyi seçer.
11. Akıl Defteri
Christopher Nolan’ın uzun metrajlı filmi “Akıl Defteri” zekice kurgulanmıştır. Ana karakteri Leonard Shelby’nin (Guy Pearce) yeni anılar oluşturamamasına yol açan psikolojik bir durumu olduğu için film ters kronolojik sırayla anlatılır. Hayatının kilit noktalarını tarif eden siyah-beyaz geri dönüşlerle birbirine karıştırılan Leonard’ın soruşturması, film büyük suçun işlendiği ana ulaşana kadar geriye doğru ilerliyor. Nolan karışık anlatımı ve şok edici sürpriz sonlarıyla ünlüdür ve “Akıl Defteri” tekrar tekrar izlenmelerle popülerliğini sürdürür.
Leonard, eşinin cinayetini çözmek için soruşturma yapar ve ipuçlarını sadece bedenine dövme yaparak hatırlayabiliyordur. Pearce, Leonard’ı duygusal olarak çekici bir karakter yapıyor; büyük bir kayba uğramıştır ve üstesinden gelirken kimseye güvenemiyordur. Nolan, şakadan anlamayan biri olarak kazandığı ünü hak etmiyor çünkü “Akıl Defteri”nde komedi unsurları var; Leonard’ın kovalanırken konumunu yeniden değerlendirmek zorunda olduğunu görmek komik ve aracısı Teddy Gammel (Joe Pantoliano) eğlenceli bir yan karakterdir. Nolan büyük, pahalı görüntüleri ustalıkla işlemeye devam etse de “Akıl Defteri”, daha düşük bir bütçeyle çalıştığında bile yaratıcılığının geliştiğini kanıtlıyor.
10. Los Angeles Sırları
Klasik Hollywood gizemleri için nostalji, güçlü olmayı sürdürüyor fakat her geriye dönüş film yapımının çalışması iyi işlenmiyor. Bazı türlerin kaybolmasının bir nedeni vardır ve modern filmlerin zamanın değiştiğini kabul etmeleri gerekiyor. “Los Angeles Sırları” 1950’lerin Hollywood’u ve dedektif hikayelerinin usta bir şekilde yeniden canlandırmasıyla bu endişeleri ortadan kaldırıyor; tarzı klasik kara filmi hatırlatsa da türün klişelerini kabul ediyor ve polis vahşeti gibi daha fazla temaya hitap ediyor.
“Los Angeles Sırları” büyük kişilikleri olan üç farklı polisi takip ediyor. Bud White (Russell Crowe) sert ve şiddetli bir tehdittir, Ed Exley (Guy Pearce) inek bir kural takipçidir ve Jack Vincennes (Kevin Spacey) karizmatik ve Hollywood’da iyi bağlantıları vardır. LAPD’nin bir seks skandalını örtbas etmeye yardım ettiğini keşfettiklerinde bir dizi cinayet üç polisi birleştirir. Her bir karakteri, farklı metotlarla, şüphelileri sorgulamasını görmek eğlencelidir ve baştan sona şakalarla eğlenirler. Kim Basinger’in Lynn Bracken’ı da klasik 50’lerin klişelerinden daha karmaşık bir baştan çıkaran kadın karakterdir ve Bud’la olan kesin olmayan romantizminin gerçek bir duygusal ağırlığı vardır.
9. Konuşma
1970’lerde “New Hollywood” jenerasyonun yükselişi, siyasi belirsizlik ve gözetim üzerine artan endişe dönemiyle aynı zamana denk gelir. John F. Kennedy, Bobby Kennedy, Martin Luther King Jr. ve Malcolm X’in suikastları, Vietnam Savaşı’nı çevreleyen yalanlarla birleştiğinde, Amerikan vatandaşlarının artık tanımadıkları bir ulusun değerlerini sorguladıkları bir kamusal paranoya durumuna yol açtı. Ulusal tarihte anlaşılır biçimde zor bir dönem olmasına rağmen dönemin film yapımcıları herkesin aklındaki meseleleri ele alan Neo-noir hikâyeleriyle yanıt verdiler. 1974’te “Konuşma”, Watergate skandalı patlak verdiği zaman piyasaya sürüldü ve hükümet casuslarının tasviri izleyicileri korkuttu.
Francis Ford Coppola’nın şaheseri, hayatını titizlikle ortaya çıkmaktan kaçınma üzerine kurmuş bağımsız gizlilik araştırmacısı Harry Caul’u (Gene Hackman) takip ediyor. Harry, hükümet bağlantılı bir suikastla bağlantılı olabilecek bir kayda sahip olduğunu keşfeder ve sıradaki adımının ne olabileceğini sorgular; kritik olabilecek bilgiyi devretmek zorunda hisseder fakat işe karışır hale gelirse inzivasının sona ermesinden korkar. Gizemli Martin Stett (Harrison Ford) onu takip ettiğinde, paranoyası artar; karizmatik Ford’u zalim bir rolde görmek alışılmadık bir şeydir.
“Konuşma” siyasi bir yorum işi olsa da, aynı zamanda gerilim filmi olarak sürükleyicidir. Harry, güvenlik duygusu kaybolduğunda giderek çok daha sempatik hale gelir ve kendine özgü güvenlik önlemleri, gerçek bir komplo karşısında haklı olduğunu kanıtlar.
8. Asi Gençlik
“Asi Gençlik” gerçekçi dedektif hikâyelerinin tüm özellerini aldı ve onları alışılmadık bir çevreye koydu: bir banliyö Los Angeles lisesi. 1940’ların klasiklerinin bütün unsurları ergenlik kültürüne uyacak şekilde yeniden oluşturuldu fakat Rian Johnson’ın ilk yönetmenliği aldatma değildir. Gizemin kendisi yoğun ve sürükleyicidir ve daha genç karakterlerin, yetişkin türün endişeleriyle baş etmek zorunda olduğunu görmek gerçekten çok üzücüdür.
Brendan Frye (Joseph Gordon-Levitt) problem çözme becerisine sahip, toplumdan dışlanmış biridir. Tehlikede olduğunu söyleyen ve onu “bad brick”e karşı dikkatli olmasını uyaran eski kız arkadaşı Emily Kostich’den (Emilie de Ravin) duygusal bir telefon çağrısı alır. Emily öldürülmüş olarak bulununca Brendan, son konuşmalarında Emily’nin bahsettiği, kendisini okulun en büyük uyuşturucu satıcısına (Lukas Haas) bağlı bir uyuşturucu örgütüne götüren, “Tug” ve “Pin” isimlerini araştırmaya karar verir.
Johnson’ın farklı kara film karakter modelini nasıl yeniden yorumladığını görmek ilginçtir. Brendan’ın yardımcısı, okulun çeşitli kulüplerini takip eden ve olayı araştırmasına yardım eden inek Brain’dir (Matt O’Leary). Okulun müdür yardımcısı (Richard Roundtree) zorba polis yüzbaşısı rolüne bürünür. Zengin bir üst sınıf yerine “Asi Gençlik” okulun tiyatro kulübünü kullanır ve gizemli karakter Laura Dannon (Nora Zehetner), baştan çıkaran kadın rolünü yerine getirir. Düşük bütçe sadece cesaret duygusuna ekleme yaparken, Brendan’ın sert sesi de dahil detaylar yerindedir.
7. Yedi
David Fincher’ın “Yedi”si o kadar rahatsız edici bir gizem ki genellikle korku bölgesine giriyor. Geleneksel bir slasher filmi olmasa da, korku verici cinayet soruşturması, karakterlerini duygusal kırılma noktalarına iten bir dava aracılığıyla, insanlığın en kasvetli tarafına bakıyor. Fincher, ıstırap çeken karakterlerin zihnine girme konusunda ustadır ve “Yedi” ile hem kötülük yapan iyi adamlarla hem de kefarete yer olmayan tamamen kötü bir adam arasındaki psikolojiyi keşfeder.
Kıdemli polis müfettişi William Somerset (Morgan Freeman), sadist bir cinayet serisiyle ilgili olan bir soruşturmada acemi polis David Mills (Brad Pitt) ile çalışmak için görevlendirilir. Katil, her suçu, dedektifleri ipuçlarıyla alay ederek yedi ölümcül günahtan birine dayandırır. Somerset emekli olmak üzeredir ve vakanın ağırlığı ile mücadele eder; Mills, bunu kariyerini daha da ileri taşımak için bir fırsat olarak görür. Somerset, Mill’in eşi Tracy’nin (Gweynth Paltrow) hamile olduğunu öğrenir ve yeni partnerini mesleğin doğasında olan kişisel bedeller konusunda uyarır.
Sonuç, Freeman’in en karmaşık performanslarından biridir. Son derece alaycıdır, ama Tracy ile bağ kurarak ve ona rehberlik teklif ederek şefkatli tarafını da gösterir. Pitt, Mill’in asabi eğilimini canlandırır, ancak hâlâ katilin ipuçlarını bir araya getirebilecek zeki bir müfettiştir. Fakat tüyler ürpertici son dizeyi ileten Somerset’dir:
“Ernest Hemingway bir keresinde ‘Dünya güzel bir yer ve savaşmaya değer.’ yazmıştı. İkinci kısma katılıyorum.”
6. İhtiyarlara Yer Yok
Coen Kardeşler, tanıdık türleri yeniden canlı hissettirmek için yeniden yorumlamada ustalar ve “İhtiyarlara Yer Yok” ile hem neo-noir hem de batı filmini benimserler. Cormac McCarthy’nin övülen romanının adaptasyonu olan “İhtiyarlara Yer Yok”, kaderinde yalnızca yükselmek olan şiddetin dairesel bir doğasını nasıl beslediğini göstererek, Amerikan batısının tam merkezindeki anlamsızlığı inceler. Coenler, tuhaf mizahları ve kendine özgü karakterleriyle bilinirlerken, “İhtiyarlara Yer Yok” filminde, tüm zamanların en iyi kötü adamlarından biri olan korkunç suikastçı Anton Chigurh’un (Javier Bardem) rol almasına rağmen bu zamana kadarki en zalim ve rahatsız edici işleridir.
Chigurh, çalınmış bir çanta parayı aramak için, onu durdurmaya çalışan yerel kolluk kuvvetlerini acımasızca öldürerek ve işkence ederek, Teksas’taki küçük kasabaları geziyordur. Bardem, kurbanlarını etkili bir şekilde öldürmek için hiçbir vicdan belirtisi göstermeyen soğukkanlı biridir. Chigurh, bulmak için anlaşma yaptığı paranın Llewelyn Moss (Josh Brolin) tarafından keşfedildiğini keşfeder. Llewelyn, eşi Carla (Kelly MacDonald) ile yüzleştikten sonra parayı iade etmeyi düşünür fakat Chigurh, diğer hayatta kalanları çoktan katletmiştir. Yerel şerif Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones) parçaları bir araya getirmeyi dener; filmin ismine geri dönersek, yaşlı adam, genç neslin gaddarlığını anlayamıyordur.
5. Çin Mahallesi
“Çin Mahallesi” her şeye rağmen bu güne kadar dayanan bir klasik üreten, kötü şöhrete sahip sorunlu bir prodüksiyona sahipti. “The Big Goodbye”’daki yazar Sam Wasson tarafından titizlikle kaydedildiği gibi, film, kişisel sıkıntı anlarında New Hollywood jenerasyonunun dört kendine özgü yaratıcı gücünü birleştirdi. Yönetmen Roman Polanski, karısı Sharon Tate’in kısa süre önce öldürülmesiyle uğraşıyordu; aktör Jack Nicholson, yeni yıldızlığının baskısıyla mücadele ediyordu; yapımcı Robert Evans, bir stüdyo bütçesiyle yükseltilmiş filmler yapmaya çalışıyordu; ve senarist Robert Towne, Los Angeles sulama sisteminin Kaliforniya hükümetinin yozlaşmış idaresini araştırarak kendisine eziyet etti.
“Çin Mahallesi”, özel dedektif Jake Gittes’in (Jack Nicholson) Los Angeles Su ve Güç Departmanında baş mühendis olan Hollis Mulwray (Darrell Zwerling) hakkında yürüttüğü bir soruşturmayı takip ediyor. Mulrawy’nin karısı, Evelyn Cross Mulwray (Faye Dunaway), güçlü bir toprak baronu olan varlıklı babası Noah Cross’u (John Huston) araştırırken Jake’in uzmanlığından yararlanır. Jake, onu susturmaya kalkışan suçlularla tanıştırılır fakat aynı anda hem davadan hem de Evelyn’den etkilenir. Jake; Evelyn, babası ve babasının küçük kızı Katherine (Belinda Palmer) arasında garip bir bağ olduğundan şüphelenir ancak gerçek, filmin şok edici şaşırtmalı sonuna kadar ortaya çıkmaz.
“Çin Mahallesi”nin son anları Neo-noir tarihinde en gaddarlar arasındadır. Towne’ın senaryosu genellikle şu ana kadar yazılmış en iyilerden biri olarak bahsedilir ve Nicholson, kesin ekran rollerinden birinde göz alıcı bir şekilde alaycıdır.
4. Patlama
Hitchcock, “Gerilim Ustası” olarak biliniyordu ve engin filmografisi, kendine özgü film yapım tekniklerini yakalamaya çalışan birçok taklitçiye ilham oldu. Bu yönetmenler arasından çok azı hem Hitchcock’a saygı gösteren hem de yeni fikirler içeren bir tarz geliştirebildi -Brian De Palma bu kuralın istisnasıydı. De Palma 1970’lerde New Hollywood’un mihenk taşı figürlerinden biriydi ve Hitchcock’un titiz şık gerilim duygusunu, İtalyan giallolarından, politik gerilim filmlerinden, sömürü filmlerinden ve psikolojik gizemlerden ödünç alınan unsurlarla karıştırarak yeniden oluşturdu.
De Palma’nın başyapıtı 1981 Neo-noir klasiği “Patlama”dır. “Patlama” başlangıçta gişe başarısı olmasa da yıllar içinde eleştirel beğeni topladı ve kült bir izleyici kitlesi geliştirdi. “Patlama” ucuz, düşük kaliteli korku filmlerinde çalışan film ses teknisyeni Jack Terry’yi (John Travolta) konu alıyor. Bir gece, Terry yanlışlıkla bir sürücünün hayatına mal olan ve tek sağ kalan Sally Bedina’yı (Nancy Allen) geride bırakan ölümcül bir araba kazasını kaydetmiş olur. Terry, ses düzenleme yeteneklerini kullanarak kanıtları araştırır ve şimdi daha geniş bir suikastın bir parçası olduğundan şüphelendiği kazayı daha da derinden araştırır. Sally ile yakınlaşır ve yozlaşmış Vali George McRyan’ın metresi olduğunu öğrenir.
Terry’nin film yapım deneyimleri onu kara film kahramanları arasında eşsiz yapar ve De Palma, film endüstrisini eleştirmek için sefil film setlerini kullanır. Dikkat edin: “Patlama”nın sonu film tarihindeki en trajik sonlar arasındadır.
3. İlk Reform
Kara filmlerin anlatılarına din dahil edilmesi büyüleyicidir. Bir kara gizem, izleyiciyi olay örgüsüyle kendine çekmek ister fakat bazı sorular tek bir hikayenin ritminden daha büyük görünür. Kader, ölümlülük ve maneviyat tartışmaları son derece kişiseldir ve her film yapımcısı ağır konuları halledecek kadar ergin değildir. Bununla birlikte, senarist Paul Schrader kendi jenerasyonunun imzalarını taşıyanlardan biridir ve “Taksi Şoförü”, “Kızgın Boğa” ve “Günaha Son Çağrı” için yazdığı senaryolarda inanca dair ikna edici düşünceler içeriyordu.
Schrader, bir yönetmen olarak bazen başarılı bazen başarısız bir kayda sahiptir fakat kariyerinin en iyi filmini 2018 kara film başyapıtı olan “İlk Reform” ile yaptı. Modern bir çağ için “Taksi Şoförü”nün görsellerini ve olay örgüsünü yeniden canlandıran Schrader, 21. yüzyılda savunulan dini tutuculuktaki yolları sorgulamak için bir suç altyapısı kullanır. Ayrıca çevresel çöküş ve modern terörizm gibi konuları da göz önüne alır.
Ethan Hawke, klinik olarak depresyonda olan Papaz Ernst Toller olarak en iyi tek performansını ortaya çıkarır. Toller, yakında zamanda Irak Savaşı’nda ölen oğlunun yasını tutuyordur ve kendini yoğun bir şekilde içkiye vermiştir. Bir dizi intihar bombalaması planlayan köklü bir eylemci grubuna dahil olan kocası hakkında onu bilgilendiren Mary Mensana (Amanda Seyfried) tarafından bulunur. Savunmasız Toller kendisini radikal inançlara kapılmış olarak bulur ve sert bir eylem planı yapmayı düşünür.
2. Bıçak Sırtı
İçgüdüsel bir distopya ortamı kara film suç gizemleri için mükemmel kasvetli atmosfere sahip olduğundan dolayı bilim kurgu ve kara film türleri çok yakın ilişki içindedirler. Bilim kurgunun dahil edilmesi yalnızca film yapımcılarını kurgusal dünyalarını daha yaratıcı olmaya zorlamaz, ayrıca parçaları bir araya getirirken teknolojinin ilerleyişini sorgulaması için izleyiciye izin de verir. “Bıçak Sırtı” bu zamana kadar yapılan en iyi bilim kurgu filmidir ve bilinç, özsaygı ve yaşamın kendisinin değeri temaları 1982’deki kadar bugünle de ilgilidir.
“Bıçak Sırtı”, “kopyalar” olarak bilinen insansı robotların gezegen boyunca fabrikalarda ve kolonilerde çalıştığı 2019’un bir versiyonunda yer alır. Kopyalar belli bir zaman sonra yok edilmek üzere tasarlanmıştır ve hükümet, daha uzun bir yaşam arayan kopyaları ele geçirmek ve ortadan kaldırmak için “Blade Runners” olarak bilinen suikastçıları görevlendirir. Dedektif Rick Deckard (Harrison Ford), tarikat benzeri figür Roy Batty’nin (Rutger Hauer) izini sürmekle görevlendirilir ve Rachael (Sean Young) adındaki gizemli bir kopyayı sorgular. Deckard ve Rachael birbirlerine aşık olmaya başlarlar; bir parça tematik ihtişamla, duygusuz bir insan, yapay bir varlıkla romantizm aracılığıyla nasıl hissedeceğini öğrenir.
“Bıçak Sırtı”, çığır açan görsel efektler ve Vangelis’in akıldan çıkmayan müziği ile son derece güzeldir. Fanlar, Deckard’ın kendisinin bir kopya olabileceğini varsayarak yıllardır bazı teorilerle filmi analiz ediyorlar. Farklı yorumlara ip ucu veren, filmin birçok alternatif parçaları mevcuttur.
1. Olağan Şüpheliler
“Olağan Şüpheliler” şimdiye kadar yapılan en zekice hazırlanmış kara filmlerden biridir ve izleyiciyi sonuna kadar tahminle bırakan nadir bir gizemdir. Christopher McQuarrie’nin Akademi Ödülü kazanan senaryosu, görünüşte basit bir soygun hikayesini merak uyandıran bir bakış açısından keşfetmek için güvenilmez bir anlatıcı kullanır; burada Akira Kurosowa’nın “Rashomon”u ve Stanley Kubrick’in “The Killing”i gibi klasiklerin ayırıcı özellikleri vardır ancak McQuarrie’nin senaryosu ayrıca 1990’ların diğer cesur, bağımsız suç gerilim filmlerinin yanı sıra hoş durur.
Film, San Pedro Koy’undaki bir rıhtımında, 20 milyon dolarlık kokain sevkiyatını araştıran polis memuru Dave Kujan’ı (Chazz Palminteri) takip eder. Suça tanıklık eden tek kişi, soygunun aslındaki detaylar için Kujan’ın baskı yaptığı korkak Verbal Kint (Kevin Spacey) idi. Verbal, kariyer suçluları Dean Keaton (Gabriel Byrne), Fred Fenster (Benicio del Toro), Todd Hockney (Kevin Pollock) ve Michael McManus’u (Stephen Baldwin) içeren beş kişilik bir kadronun parçasıydı. Verbal, baştan beri olayları manipüle eden sadece “Keyser Soze” olarak bilinen esrarengiz kötü adama işaret eden bir suçta yer almasını anlatır.
Soze’nin mitolojisi “Olağan Şüpheliler”e zorlayıcı bir şüphe katıyor ancak McQuarrie ayrıca diyalogları kara mizahla birleştiriyor. Üçkağıtçı avukat Kobayashi olarak görünen merhum büyük Pete Postlethwaite dahil performanslar müthiştir. Modern bir bakış açısından bakıldığında, yönetmen Bryan Singer ve Kevin Spacey’e karşı gerçek hayattaki iddialar göz önüne alındığında “Olağan Şüpheliler”i takdir etmek zor olabilir fakat yine bir Neo-noir başyapıtıdır.
Kaynakça: https://www.slashfilm.com/655229/the-best-neo-noir-films-ranked/