Hopper’ın yapmaya çalıştığı nedir? Arada bir, mutlaka bilinçli veya isteyerek değil, birliğin vazgeçilmez hale geldiği ancak bu tür ileri görüşlülük ve yoğunluk ile deneyimi ifade eden bir sanatçı ortaya çıkar. Resimlerinin hiçbir zaman net bir şekilde anlaşılmasını istemezdi ya da asıl meselesi olan yalnızlığının. “Yalnızlık meselesi fazla abartıldı,” demişti bir keresinde arkadaşı Brian O’Doherty’ye verdiği uzun röportajlardan birinde.
O zaman, neden eserlerine yalnızlık atfetmeye devam ediyoruz?
Bariz olan cevap ise, resimlerinin yalnız, huzursuz, ikili ve üçlü iletişimlerde iyi olmayan insanlar tarafından çok sevilip, popüler olmasıdır. Fakat başka bir şey daha vardı; şehir sokaklarını tasvir edişinde bir şey. Hopper’ın kentsel sahnelerinin kopyaladığı şey, yalnız olmanın günlük görüntülerinden biridir: ayrılık hissi, duvarlarla örülmüş ya da kapana kısılmış hissi, dayanılmaz bir maruziyet duygusu ile birleşir.
“Muhtemelen bilinçsizce, şehrin yalnızlığını resmediyordum” -Edward Hopper
Gece Pencereleri
Pencereler hem etimoloji hem de fonksiyonun öne sürdüğü gibi göze benzer düşünülecekse, o zaman bu blokaj etrafında var olur, bu boya parçası, görülme konusunda bir belirsizlik var; ama belki de görmezden gelindi, görülmedi, dikkate alınmadı, istenmedi.
Uğursuz “Gece Pencereleri”nde, bu kaygılar çok daha belirginleşiyor. Tablo, bir binanın üst katındaki üç pencereyle bölünmüş aydınlık odayı merkeze almıştır. İlk pencerede perde dışarı doğru çıkmakta, ikinci pencerede pembemsi kıyafetinde bir kadın yeşil halının üstünde eğilmiş bir şekilde gözükmektedir. Üçüncü pencerede bir lamba, duvardan ateşler çıkıyormuş görüntüsüyle perdeye yansımaktadır.
Bakış açısıyla ilgili garip bir şey daha var. Yukarıdan bakılıyor kesinlikle bu sahneye; yeri görüyoruz, tavanı değil. Açıkça ikinci kat olduğu belli, bu da resmi yapan kişinin havada asılı durduğu izlenimini veriyor. Daha muhtemel cevap ise, Hopper’ın geceleri kullanmayı sevdiği tramvaydan geçerken gözünün çarptığı, zihninde o anları tamamladığı sahneler sayesinde resmedildiğidir. Her iki durumda da, izleyici -yani biz- bir yabancılaşma eylemine dahil olmuş olduk. Mahremiyet ihlal edildi, ama bu, oradaki kadını daha az yalnız yapmıyor sadece odadaki yanan boşluğu açığa çıkartıyor.
Camların Şehri
Bu şehirlerle ilgili olan şeydir, iç mekanlarda bile her zaman bir yabancının bakışının insafına kalmış olmanız. Normal şartlar altında, bunların hiçbirinin boş meraktan daha fazlasını kışkırtacağını düşünmüyorum, ancak o sonbahar için şartlar normal değildi.
Restoranın tavanının parlak üçgeni çatlıyordu. Boya, keten zemini kapatmayacak şekilde çok incelikle uygulanmış, böylece yüzey, zar zor görülebilen beyaz önemsiz şeylerle ve küçük beyaz ince çizgiler ile kırılmıştır.
Yeşil gölgeler kaldırımda çivilere ve elmaslara düşüyordu. Kentsel yabancılaşmayı, insanların oluşturdukları yapıların atomize edilmesini böylesine güçlü bir şekilde ileten bir renk yoktur, çünkü yalnızca elektrikle ortaya çıkan ve ayrılmaz bir şekilde şehirle ilişkilendirilen bu zararlı soluk yeşil; cam kuleler şehri, boş ışıklı ofisler ve neon tabelalar ile bağlantılıdır.
Lokanta, kesinlikle bir sığınak yeriydi, ancak görünür bir girişi, içeri girip çıkmanın bir yolu yoktu. Resmin arkasında, belki de kirli bir mutfağa açılan, karikatürize, koyu renkli bir kapı vardı. Fakat sokaktan, oda mühürlenmişti: kentsel bir akvaryum, camdan hücre. İçeride, keskin sarı hapishanede, dört ünlü kişi vardı. Bir Kansaslı çift, karşılarında beyaz üniformalı biri, sırtı cama dönük bir adam. Kimse konuşmuyordu. Kimse bir başkasına bakmıyordu. Lokanta, izole edilmiş, bir yardım mekanı için bir sığınak mıydı yoksa şehirlerde çoğalmakta olan, bağlantının kopmasına bir önayak mı?
Mesela garsonun ifadesine bakalım. Yüzünde nazikçe bir ifade mi var yoksa soğuk mu? Kahvenin gecesini kutsamaya başkanlık eden bir dizi üçgenin merkezinde duruyor. Kapana kısılmış gibi değil mi? Tablonun daralan köşeleri ve keskinlikleri Hopper’ın izleyicideki duyguları hafifletmek, derin huzursuzluk duyguları üretmek için kullandığı ince geometrik rahatsızlık türüdür.
Başka? Üç beyaz kahve fincanı, iki boş mavi bardak, iki peçete, üç tuzluk, bir biberlik, belki şeker, belki ketçap… Tavanda sarı ışık parlıyor. Canlı yeşil fayanslar, her yere hafifçe düşen üçgen gölgeler, bir dolarlık banknotun rengi.
Pencere en tuhaf şeydi: lokantayı sokaktan ayıran, kıvrımlı cam hava kabarcığı gibi. Bu pencere Hopper’ın çalışmalarına kıyasla benzersizdir. Bazı yansımalar yapmıştır, ancak bu, tüm belirsiz fizikselliğiyle ilk defa cam boyadığı tek zamandı.
Aynı zamanda hem şeffaflığıyla, aydınlıklığıyla başkalarının ne yaptığını göz önüne seren hem de yalnızlığı ve onun nasıl gözüktüğünü hissettiren bir tablodur.
Kaynakça: http://www.bbc.com/culture/story/20160301-the-dark-side-of-the-city