Eylül. Yağmurlu bir akşamüstü. Üstüm başım eylül içinde kalmış. Havada acı bir tekinsizlik. Sessiz ama inciten yağmur kirpiklerimi ıslatıyor. Kirpiklerim birdenbire kenetleniyor. Sonsuzluğa tutunuyor gibi. Zihnim darmadağın. ‘’gözlerini karanlığa alıştırma’’ diyorum. Aklıma suna su geliyor birden. Ve birden, ‘’aksaray’da ışıklar yanıyor’’, nereden yandığını fark edemediğim. Bir bulvarda buluyorum kendimi, sislerin çerçevelediği. ‘’elimi yüzümü yıldızlarla yıkıyorum’’. Işıl ışıl oluyorum aniden. Yorgun taşlarla örülü kaldırımlar yağmurun çarpıntısına dayanamıyor. Ben hiç dayanamıyorum. Benim sızımı paylaşır gibi sızlıyor kaldırımlar. Bütün İstanbul sızlıyor sanki. Ama İstanbul’u da göremiyorum. ‘’önümden çekilirsen istanbul görünecek/ nerede olduğumu bileceğim’’ Seni düşününce aşkı hatırlıyorum. Bir Attilâ İlhan dizesi düşüyor kalbime:
‘’elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni’’
1925 yılında Menemen’de doğan şair, Karşıyaka’da başladığı eğitimine İstanbul’da Işık Lisesi’nde devam etmiştir. Buradan 1946 yılında mezun olurken aynı yıl gerçekleşen Cahit Sıtkı Tarancı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da katılımcılar arasında olduğu CHP Şiir Yarışmasında, ‘’Cebbaroğlu Mehemmed’’ adlı şiiriyle ikinci olmuştur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde devam eden eğitimini yarıda bırakıp Paris’e gitmiş, altı yıl sürecek Paris hayatının devam ettiği 1950’li yıllarda ‘’Vatan’’ gazetesinde sinema eleştirilerini yayımlamıştır. Ali Kaptanoğlu takma adıyla Yeşilçam’a senaryolar yazmıştır. Bilgi Yayınevinde ve Sanat Olayı dergisinde çalışmış ve çeşitli gazetelerde köşe yazarlığını sürdürmüştür. 1974’te Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, 1974-1975’te Yunus Nadi Roman Armağanını almıştır. 1941 yılından hayata veda ettiği 2005 yılına kadar şiirle uğraşmıştır. İsmini duyuran ve kendisini üne kavuşturan şairliğinin yanında, yazdığı roman ve deneme kitaplarıyla da başarılı bir yazar olarak Cumhuriyet Devri Türk edebiyatında yerini almıştır.
Şiir kitapları: Duvar, 1948; Sisler Bulvarı, 1954; Yağmur Kaçağı, 1955; Ben Sana Mecburum, 1960; Belâ Çiçeği, 1962; Yasak Sevişmek, 1968; Tutuklunun Günlüğü, 1973; Böyle Bir Sevmek, 1977; Elde Var Hüzün, 1982; Korkunun Krallığı, 1987; Ayrılık Sevdaya Dahil, 1993.
İlk sayısı 1 Kasım 1952’de yayımlanan, fikir ve sanat hareketinin herhangi bir gruba bağlı olmadan ilerletileceği Mavi dergisi; şair ve yazarların yazılar yazmaya başlamasıyla birlikte ‘’Maviciler’’ adını taşıyan bir grup olmuş, Attilâ İlhan’ın da bu gruba katılımıyla dergide yeni bir dönem başlamış, fikri zemin sosyal gerçekçi bakış açısı olmuştur.
Şiire Nâzım Hikmet’i usta bilerek başlayan Attilâ İlhan, Garip akımının ve İkinci Yeni hareketinin karşısında durmuştur. İkinci Yeni’yi bir skandal olarak ifade eden şair, biçimciliğin aşırıya kaçması ve düzensizlikle karakterize olmuş dilin ileri bir deforme ile şiiri okurdan koparmasını eleştirir. Cemal Süreya’nın ‘’Şiir geldi kelimeye dayandı’’ ifadesinin karşısında olarak şiirin kelimelerle değil imgelerle yazıldığını belirtmiştir.
‘’(…)
Kelimenin önemi imgenin somutlaşmasında oynayacağı role göre değişir, bu rolü belirleyen ise kelimenin çağrışım yükü, anlam boyutları ve imgeyle olan diyalektik bağlantısıdır. Hâl böyle oldu mu, şairin kelimeden hareket etmediği, şiirini kelimelere yaslanarak kurmadığı da meydana çıkar.’’
1954 yılında yayımladığı ‘’Sisler Bulvarı’’, kitabın içerisinde ‘’kaptan’’ başlığı altında topladığı şiirlerin arasında kitaba da adını veren bir şiirdir.
‘’Ben’’ duygusunun hâkim olduğu Sisler Bulvarı; aşk açmazında kırılmalar yaşayan, büyük şehrin siyasî ve sosyal şartları ile karanlığı ve kalabalığı içerisinde sıkışıp kalarak gerilimi, korkuyu ve yalnızlık tehlikesini bir arada yaşayan ‘’ben’’i anlatır. Şairin fikrî zeminini besleyen toplumsal gerçeklik unsurunu görmediğimiz bu şiirde, yine bu gerçeklikten tamamen kopuk olmayarak mevcut düzen içerisinde sıkışıp kalmış ve yalnızlığa itilmiş bireyin açmazları ve mücadelelerinin varlığı da sezilir.
‘’ (…)
sisler bulvarı’na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk”
‘’Kendinden kaçış’’ temasının yoğun olduğu ve coğrafyadan uzaklaşmanın da bir bakıma yaşanılan ânın terk edilmesi olarak anlaşılabileceği temaların beraberinde korku ve gerilim, aşkı kenarda bırakmamıştır, güçlü bir aşk duygusu da görülmüştür. Sis, bu gerilim ve korkuyu temsil etmektedir. Söz konusu gerilim; şehrin, düzenin, değişen dünyanın tehlikelerinden kaynaklanmakla beraber, sevgiliyi kaybetmiş olmanın da gerilimidir:
‘’ (…)
sisler bulvarı’nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı’da bir tren vardı”
Attilâ İlhan, kitabının son bölümünde ‘’meraklısı için notlar’’ başlıklı yazısında şiirine dair şu bilgileri vermiştir:
“Bu pek ünlü şiiri çoğu Paris’te yazdığımı, adı geçen bulvarın Paris bulvarlarından birisi olduğunu sanır, öyle değildir. Şiiri Paris dönüşü Lâleli’de Şair Nigâr Sokağı’nda, emekli öğretmen Melahat Hanım’ın evinde pansiyoner kalırken yazdım, o zaman Günseli Pastahanesi diye bir pastane vardı. Akşamları oraya düşer, sonbahar sisleri basıp sokak lambaları puslu puslu yandı mı, yürüyerek taa Atatürk Köprüsüne kadar inerdim. Demek yürüyüşlerde bir yandan Paris günlerini düşünüyormuşum, bir yandan sevdiğim kızı, bir yandan da gerilimli hayatı…’’
Aynı zamanda senaryo yazarı kimliğiyle karşımıza çıkan şair, bir anlatım yöntemi olarak film tekniğini kullanmış, şiirinde yer verdiği mekânlar ve bu mekânların destekledikleri sahneler ile okura bir film havası sunmuştur. Hemen her şiirinde vazgeçilmez bir kavram olarak gördüğümüz İstanbul’u, bu şiirde de şairin hüznünü, acısını, aşkını paylaşan bir mekân olarak görürüz.
‘’ (…)
sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki İstanbul’du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu”
‘’ (…)
sisler bulvarı’ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum’’
Postmodernist söylemin güçlü etkisini gördüğümüz şiirlerinde Attilâ İlhan; toplumsal bozukluklar, sosyal tekinsizlik, karmaşa, değişen dünyanın yiten değerleri çerçevesinde kendine doğru kaçan, kendine sığınan ve kendilik değerlerinin farkına vararak ‘’kendi olma’’ istenciyle arzulu, tutkulu bireyi anlatır. ‘’Duvar’’ şiir kitabında ‘’hürriyet yürüyor’’ başlığı altında topladığı şiirlerinden biri olan lilişan gibi:
‘’yangınlar alevinden geçip de gelen dost
yanar olmuş yüreğin nar olmuş lilişan
sen insansın sen insansın sen insan
meydanlara seni heykel heykel dikmişiz
her destana dökülmüş boydan boya adın
kahraman demişiz meçhul asker demişiz
(…)
dünyada şarkılar misali yaşayansın
sen insansın sen insansın sen insan’’
(lilişan)
Geçmişle bağlarını koparmayan, başka bir sığınak olarak da geçmişi gören postmodernist eğilimin akisleri bu şiirde belirgindir. Modernleşme ile beraber dünyanın mekanik bir işleyişe sahne olması ve bu sahne içerisinde bireyin boyutsuzluğa uğrayıp huzursuzluğu yaşamasının neticesinde, geçmiş ve hatıralar sığınılan bir liman gibidir. Özellikle de ilk gençlik yılları mutluluğun ve dolu hayatın bir evresi olduğu için özlemin daha derin hissedildiği bir dönemdir. Fakat hatırlamak da bir bakıma fayda etmeyecek, elde yine ‘’hüzün’’ kalacaktır.
‘’(…)
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylenirdi mercan köz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün’’
(…)
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün”
(Elde Var Hüzün)
Yaşadığımız toplumun şairin zihninde bir yansımasını ve tezahürünü açıkça görebilme imkânını bulduğumuz gibi bireyin en gerçek duygusu olan aşkı da şiirlerinin vazgeçilmez bir temi sayabiliriz. Zira Attilâ İlhan, özgün ve özgür çağrışımları, imgeleriyle yaratmış olduğu aşk çemberinde kendisine yöneltilen eleştirilere ‘’inadına aşk şiirleri yazıyordum’’ der. Tutkulu aşk ve sevda gerilimleri şiirlerinin çoğunda hâkim kavramlardır:
‘’ (…)
sen kimsenin bilmediği bir yıldız gibisin
istersen derya düşünür kahrolur kederinden
istersen dağ yürür yağmur olur bulut olur
bir rüzgârın koynundan çıkar gelirsin
gözlerin iki siyah karanfil gibi
gözlerini alsam yakama taksam
zehra kardelin’’
(Zehra kardelin)
‘’ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım
dört gün dört gece susacaktım
yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
duvardaki saat duracaktı
kalbim kendiliğinden duracaktı
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var’’
(emperyal oteli)
‘’ (…)
akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felaketim olurdu ağlardım’’
(üçüncü şahsın şiiri)