Yönetmen Darren Aronofsky, filmleriyle sinemanın sınırlarını zorlayan ve seyirciye sürekli olarak hiç görmediği şeyleri sunan bir yönetmendir. Anne! filminde yine psikolojik sınırları zorlamış ve seyirciye yine eşsiz bir eser sunmuştur.
DOĞA ANA BİZDEN BİRİ
Filmin ilk sahnesinde cehennemle karşılaşıyoruz. Lawrence, neredeyse kül olmuş bir halde donuk bir bakışla bizi karşılıyor. Daha sonrasında külleri görüyoruz ve küllerin arasından mutlu bir insan ortaya çıkıyor, elinde tuttuğu değerli taşı yerine koyuyor ve az önce tanık olduğumuz cehennem görüntüsü yavaş yavaş cennete dönüyor. Bu sahneden sonra Aronofsky, bu sahneler hiç yaşanmamış gibi en baştan başlıyor.
Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in canlandırdığı ve isimlerini bilmediğimiz bir çiftin ilişkilerine ve günlük yaşantılarına tanıklık ediyoruz. Bardem, yazmakta zorlanan bir edebiyatçıyı; Lawrence ise Bardem’in yıllar önce yanan evini dekore etmek için günlerini harcayan ve ona hayranlık duyarcasına aşık olan bir kadını canlandırıyor. İkilinin hayatı mutlu ve huzurlu bir şekilde devam ederken sahip oldukları bu mutluluk bir gecede yok oluyor…
Lawrence, Bardem’in hasar görmüş evini tamir edip güzelleştiriyor ve bunu yaparken evin bir kalbi olduğunu hissediyor. Lawrence ile ev arasında metafizik bir bağ olduğunu görüyoruz.
Bir gece eve ansızın bir adam geliyor ve şaşırtıcı bir şekilde Bardem bu yabancıya çok iyi davranıyor, ona evinin kapısını açıyor. Çok geçmeden bu misafir -Lawrence her ne kadar bu durumdan rahatsız olsa da – Bardem tarafından eve dahil ediliyor. Sürekli bir hastalık içindeymiş gibi gözüken bu misafirle Bardem yakından ilgileniyor ve Lawrence misafirin kaburgasında bir yara fark edince Bardem onu azarlıyor. Bu tepkiden sonra Lawrence misafirimizin çakmağını saklıyor fakat bu tepki Aronofsky tarafından filmin sonu için hazırlanmıştır.
Ertesi gün eve başka bir misafir geliyor ve anlıyoruz ki gelen misafir bir önceki misafirimizin karısı. Devamında odasını herkesten sakınan Bardem, bu misafirleri odasına sokuyor ve onlara sahip olduğu değerli taşı gösterip bu taşı yanan evinin külleri arasında bulduğunu anlatıyor. Daha ilk bakışta misafirlerimizin elmasa hayranlık duyduğunu anlayabiliyoruz. Misafirleriyle ilgilenen Bardem, Lawrence’ı göz ardı ediyor ve yüz bulan misafirler sanki evin sahibiymiş gibi hareket ediyorlar. Aronofsky, bu kadının kimliğini çok geçmeden bizlere belli ediyor ve izlediğimiz tüm sahnelere anlam kazandırıyor. Kadının, Bardem’in odasındaki büyülü taşın cazibesine kapılıp sürekli o taşı görmek istediği andan itibaren anlıyoruz ki; o taşın başına bir şey gelecek. Geliyor da. Kadın ile kocası, izinsiz bir şekilde Bardem’in odasına girip taşı incelerken yanlışlıkla taşı kırıyorlar.
Ve cennetten kovuluyorlar.
Bu sahneden sonra karakterler belli oluyor. Bardem Tanrı’yı; Lawrence Doğa Ana’yı (‘Mother Earth’) ve misafirler de Adem ile Havva’yı canlandırıyorlar. İzlediklerimiz ise, en başından itibaren aslında mitolojik bir öykü. Başlarda, yalnızca kül ve ateş vardı. Tanrı küllerinden, dünyaya hayat verdi. Doğa Ana ile birlikte, ‘bir cennet yarattılar’. Ancak, Tanrı’ya bu yeterli gelmedi ve ‘evlerine’ misafir gerektiğini düşündü. Adem ile Havva geldiler ve iradelerine yenik düştüler. Cennetten kovuldular. Ancak hâlâ Dünya’yı sahiplenmeye devam ettiler.
TANRI AFFEDİCİ VE CÖMERTTİR
Tanrı Adem ile Havva’yı affediyor ve her şey kaldığı yerden devam ediyor. Kırılan taş, dünyadaki sevgiyi sembolize eden bir film imgesi. Bizzat Doğa Ana’nın, umutsuzluğa ya da nefretin dehşetine düştüğü sahnelerde yeniden dünyayı güzellikleriyle görmesini sağlayacak olan suyun içine kattığı özün kendisinden oluşan bir materyal. Aronofsky’nin klasik bir sembolü haline gelen bu yaşam/sevgi özü, Mother!’da da önemli bir yer tutan imge haline geliyor. Dünyayı oluştururken kullandığı sevgi özünün paramparça olmasından sonra Tanrı, bunun dünyanın sonunu getireceğine inanmıyor ve her şeyin affedilebileceğini iddia ediyor. Ancak ikinci hayal kırıklığını, Adem ile Havva’nın oğullarıyla karşılaştığında yaşıyor.
Bir miras davası yüzünden kavgalı olan iki kardeş biçiminde modern dünyaya tasvir edilen Habil ile Kabil, Tanrı, Doğa ve Adem ile Havva’nın gözü önünde kavgaya tutuşuyorlar ve Kabil, Habil’i öldürüyor. Tanrı, Habil’i kurtarabilmek ve her şeyi yoluna koyabilmek için Doğa’yı yalnız başına bırakıyor.
Dünyanın sonuna açılacak olan kapı da, Kabil’in kanlarıyla belirginleşiyor. Yani ilk kan döküldüğü anda, aslında Dünya’nın sonunun da geleceği anlaşılıyor. Dünyanın sonuna açılan kapının ardından çıkan kurbağa ise yeniden dirilişi simgeliyor.
İlerleyen sahnelerde Tanrı evini yeniden insanlara açıyor. Habil’in cenazesine gelen insanlar, Adem ile Havva’nın yaptığından farksız olarak yeniden evi istedikleri gibi kullanmaya başlıyorlar. Elinden hiçbir şey gelmeyen Doğa Ana, Tanrı’ya kin tutmaya başlıyor ve bunun tek sebebi, Tanrı’nın kendisi.
Ancak, Doğa Ana daha fazla dayanamıyor ve insanları evinden kovuyor. Bu kovuşa sebep ise insanlığın kendi sapkınlıklarıyla Nuh Tufanı’nı getirmesi oluyor. Bağlanmayan lavabonun su borularını patlatan misafirler, evin her tarafını su içerisinde bırakıyor ve bu yüzden de çileden çıkan Doğa Ana’nın bağırışları arasında evden kovuluyorlar. Tanrı, yeniden kaybediyor.
Tüm bu olayların ardından Doğa ile Tanrı birleşiyor ve artık doğanın içerisindeki sevginin körelmemesi için sevgi özünden içmesine gerek kalmıyor. Çünkü bu birleşmeden, Doğa Ana’nın içerisinde bir çocuk büyüyor. Bir peygamber. Tanrı’nın en iyi yaratısı. İlham kaynağı.
TANRI AFFEDER. DOĞA DEĞİL.
Tanrı, yeniden yazma ilhamını buluyor ve bebeğiyle birlikte kutsal kitabı da insanlığa hediye ediyor. Bir günde ‘tüm kopyalar’ satılıyor ve insanlar bu kitaba kelimenin tam anlamıyla bayılıyorlar. Tanrı ile Doğa Ana’nın huzurlu yaşamı, yeniden insanların Tanrı’ya dönüşüyle yerle bir oluyor.
Bardem tüm insanlığı özetliyor:
“Herkes yazdıklarımı anlıyor, ancak herkesi farklı etkiliyor. Çok ilginç.”
Bu noktadan sonra izlediğimiz tek şey, Doğa Ana’nın durduramadığı ve kendisini tam içerisinde bulduğu dehşetli, şiddetli, karanlık, korkunç ve pis bir kaos. Sürreal sahnelerin içerisinde, ne yapacağımızı bilemez bir şekilde doğanın hayatta kalışına şahit oluyoruz. Aronofsky bizi yakın insanlık tarihinin en karanlık noktalarında gezdiriyor. Din savaşlarını görüyoruz, Orta Çağ’ın karanlık dönemlerine tanıklık ediyoruz, savaşların ardında kalan acıları izliyoruz, ırkçılığı tadıyoruz, ölümü, şiddeti, kısacası insanlığın doğaya bıraktığı hediyelerin hepsini. Doğa, insanlığın bu vahşeti karşısında kesinlikle çaresiz kalıyor, bu çaresizliğin ve kaosun tam ortasında, insanlığın son umudunu dünyaya getiriyor ve ekran yeniden aydınlanıyor.
Aronofsky, yeni bir umudun başladığı her sahnede ekranı beyazlatarak bizlere ‘yeniden diriliş’leri sıralıyor. Önce Nuh Tufanı’nın ardından tanıklık ettiğimiz bu aydınlanış, peygamberin doğuşuyla yeniden gün yüzüne çıkıyor ve bizlere son umudu gösteriyor. Tanrı, bu son umudu da umarsızca insanlığa hediye etmek istiyor. İnsanlığı düzeltecek olanın bebeği olduğunu düşünüyor ve bebeğini, tüm zalimliklerine bizzat tanıklık ettiği insanların eline bırakmak istiyor. Doğa, bunu kesinlikle reddetse de Tanrı istediğini alıyor. Bardem bebeğini, doğanın elinden alıyor ve insanlığın huzuruna sunuyor. İnsanlık, bebeğin gelişiyle birlikte yeniden bir sevinç içerisine girse de, bu çok uzun sürmüyor. Bebeği yiyip bitiriyorlar.
Doğa, katledilen bebeğinin ardından, Tanrı’yı bir katil olmakla suçluyor. İnsanlığı yarattğı için, her şeyini insanlığa verdiği için, doğanın kendisinin Tanrı’ya yetmiyor oluşu için, bebeğinin katline izin verdiği için ve en önemlisi de, bu katliamın ardından bile Tanrı’nın ona insanlığı affetme tavsiyesi verdiği için…
Adem’in çakmağı; Kabil’in, Habil’in kanıyla aydınlattığı dünyanın sonuna araç oluyor. Doğa, kendisiyle birlikte tüm insanlığın sonunu, nefretle ve hayal kırıklığıyla getiriyor. Tanrı’ya olan hayal kırıklığı, ve yitip gitmek üzere olan sevgisiyle…
Ancak Tanrı, doğadan son bir fedakarlık istiyor. Doğanın içinde büyüttüğü sevgi özünü istiyor. Doğa, Tanrı’ya olan sevgisinden dolayı her şeyini feda ediyor ve sevgisini de Tanrı’ya veriyor.
Tanrı yeniden, doğanın sevgisiyle küllerinden bir dünya yaratıyor.
Filmin en çarpıcı kısmı film boyunca neredeyse hiç isim kullanılmaması olabilir. Eve gelen misafirlere ‘adam ve kadın’ olarak kardeşlere ‘büyük kardeş ve küçük kardeş’ olarak ve başrolde Tanrı karakterini canlandıran Bardem’e ise ‘o’ diye sesleniliyordu. Bir diğer başrol olan Lawrence ‘Veronica’ adlı bir isme sahipti fakat bu ismi film boyunca neredeyse hiç duymadık.