Vatana Adanmış Hayat: Mehmet Âkif Ersoy

Sis, bir milletin göz kapaklarına ağır ağır çökmeye başlamış, bir karanlık perde misali evlerin camlarını sımsıkı kapatmıştı. Köşelerinden tutulmuş memleket; bir silsile halinde gelen elemlerle nefessiz kalmış, etrafı çepeçevre saran o hummalı düğüm neferin boğazında tıkanmış, âdeta önüne gelen her şeyi ve herkesi tüketmeye, yerle bir etmeye çalışmıştı. Fakat içinde yaşadığı toplumun acılarına boyun eğmeyen, çilesine sessiz kalamayan bir el o karanlık perdeleri çekmiş, kalemiyle güneşi çağırarak bir ümit ışığı olmuştu. İşte o el, karakter âbidesi Mehmet Âkif’ti.

İlim adamı, mütefekkir, yazar ve daha birçok sıfatla tanınan ama en çok şairliği ile ses getirmiş olan Mehmet Âkif, öncesinde belki de zor rastlanan bir şahsiyet örneği ortaya koymuştur. 1873 yılının Aralık ayında İstanbul’un Fatih semtinde, Sarıgüzel civarında dünyaya gelmiştir.

Şairin hayatı ve eserlerinin kimlik kazanmasında şüphesiz doğduğu mahalle, içinde büyüdüğü Kur’ânlı ev ve donanımlı okullarla birlikte ilimle hemhâl olan dürüst babanın ve çevresine iyilik etmeyi seven merhamet sahibi annenin de büyük rolü vardır. Âkif’in, ‘’Benim hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim’’ diye bahsettiği babası İpekli Tahir Efendi, Fatih Medresesi Müderrisliğine kadar yükselmiş, oğlunun ilim ve ahlâk sahasında yetişmesinde, hem dinini hem dünyasını öğrenmede ilk adımları atmasına yardımcı olmuştur.

Mehmet Âkif, dört yaşında Emir Buhari Mahalle Mektebine, burada iki yıla yakın okuduktan sonra da Fatih İbtidaisine başlamıştır. Ardından Fatih Merkez Rüştiyesine devam ederken bir yandan Arapça ve Farsça öğrenerek Hafız Divanı’nı, Sadi’nin Gülistan’ını, Mevlana’nın Mesnevisi’ni, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u okumuştur. Yalnız Doğu kültürüyle tanışmakla kalmamış, Fransızcayı da öğrenmiş ve Ernest Renan, Alfred De Musset, Lamartine, W. Shakespeare gibi sanatçıları da yakından takip etmiştir. Hem Doğu hem Batı zenginlikleriyle kendisini geliştiren şair, ileriki yıllarda etkin bir aydın kimliği çizecek ve yetiştiği eğitimin, beslendiği kültürün yansımalarını gösterecektir.

Tâceddin Dergâhı (Mehmet Âkif Ersoy Müze Evi, Ankara)
Tâceddin Dergâhı (Mehmet Âkif Ersoy Müze Evi, Ankara)

Fatih Merkez Rüştiyesinden sonra Mülkiye İdadisine giren Mehmet Âkif, bu yıllarda babasını kaybetmiş; büyük Fatih yangınında evlerinin yanması sonucu ailenin sıkıntısı da giderek artmış ve bu iki önemli felâket neticesinde hayatını önemli kılacak bir meslek seçimi yapmak zorunda kalarak Mülkiye Baytar Mektebine girmeye karar vermiştir. Buradan birincilikle mezun olmuş, memuriyet hayatı başlamış ve devletin çeşitli eyaletlerinde çalışmalar yapmıştır.

Memleketini tanıma, sorunlarına yakından tanık olma fırsatını bulduğu bu görevler, onun edebî ruhuna da sirayet etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında yurdun çeşitli yerlerinde Anadolu’yu ve cephedeki askeri yüreklendirecek vaazlar vermiş ve sonunda imzasını taşıyan o büyük İstiklâl Marşı’nı kaleme almıştır. Yalnızca şiir değil, tercümeler, makaleler, tefsirler, sohbet ve hatıra şeklinde yazılar da yazmıştır. Son yıllara doğru sıtmaya yakalanan ardından hastalığına siroz teşhisi konularak iyice bitap düşen şair Mehmet Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936 yılında, ikâmet ettiği Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etmiştir.

Mehmet Âkif'in Edirnekapı Şehitliğindeki Yeni Mezarı (TDV İslam Ansiklopedisi)
Mehmet Âkif’in Edirnekapı Şehitliğindeki yeni mezarı (TDV İslâm Ansiklopedisi)

Baytar Mektebinde öğrenciliği sırasında Hazine-i Fünun, Mektep, Resimli Gazete gibi dergilerde yayımlanmış,  dostlarına gönderdiği ilk şiirlerinde Muallim Naci, Abdülhak Hamid ve Ziya Paşa tesirinde kaldığı görülür. Arayış içinde olduğu bu ilk zamanlarda metafizik meselelere, tabiat tasvirlerine de merak sarmıştır. 1901-1908 yılları arasında şiir yayımlamamış, hayalden uzak, gerçekleri dile getirebileceği, toplumun sıkıntılarına çözüm arayacak bir şiir çizgisini takip etmek istemiş, Hakk’ın ve halkın yolunu seçerek edebiyatta gideceği yolu belirlemiştir.
’Kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri sanattan çok toplumu düşünmek istedim.’’ diyerek bilinçli bir tercihle toplumdan yana olmuştur. Çünkü ona göre ‘’..libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiçbir şey söylemez.’’

Tâceddin Dergâhı (Mehmet Âkif Ersoy Müze Evi, Ankara)

Nitekim 1908-1910 yılları arasında yakın dostu gazeteci ve yazar Eşref Edip Fergan’ın yayımladığı Sebilürreşad dergisinde çıkan şiirlerinden oluşan 1911 yılında neşrettiği birinci kitap Safahât, bu anlayışla yazdığı eserleri içermektedir. Safahât, ‘’Pek çok meseleyle, fikir ve duyguyla, teklif ve çarelerle doludur.’’

Yazdıklarıyla eserleri arasında tam bir uyum olan, hayatıyla eserlerini birleştiren bir şairdir. Memleketi ve milleti kurtaracağına inandığı ve bizzat çizdiği ‘’ideal insan tipi’’ni kendi şahsında görmek mümkündür: Alçakgönüllü, dürüst, merhametli, boyun eğmeyen, sözüne sadık, duruşu dik bir kimliğe sahiptir.

Din, tarih, ahlâk, kültür şuuru yüksek; bilimi, teknolojiyi öğrenmeye son derece meraklı ve çalışkandır. Manevi değerlerinden taviz vermediği gibi pozitif ilimlerin gerekliliğine de inanır, çalışmayı öğütler, tembelliğe tahammül edemez. Onun dünya görüşüne ya da şiir tarzına ters düşenler bile bu özel karakterine saygı duymuşlardır.

Hüseyin Cahid Yalçın, ‘’Fikir ve kanaatleri bizimkilere uymadığı halde saygı duyarım. Çünkü yalan söylemedi. Gösteriş yapmadı. Fenalık etmedi.’’ demiştir.
Âkif, manzum hikâye adı verilen türün en önemli temsilcisidir. Hasta, Küfe, Köse İmam gibi manzumeler bunlara örnektir. Gölgeler adı şiir kitabında yer alan, Bursa’nın Yunan işgali üzerine iç diyalog tarzıyla kaleme aldığı manzum bir hikâye olan Bülbül şiiri, eserleri, yaşadığı hayat ve sahip olduğu ideolojisi arasında paralellik olduğunu da gösterir.

‘’Eşin var, aşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?’’

Âkif, canından çok sevdiği vatan toprağından ayrılacağı düşüncesiyle, maşukunu rakibe kaptırmış bir âşık gibi çok üzülür. Kendisi gibi aşık olan bülbülü muhatap seçer, ona memleketin durumunu anlatır. İkisi de âşık olmakla birlikte arada bir fark vardır: Güle âşık olan bülbül özgürdür, istediği zaman istediği yere uçabilir; eşi vardır, yuvası vardır. Düşman işgaline uğrayan vatanın özgürlüğe kavuşacağı günün hasretini çeken şair, bülbüle, senin derdin de dert mi dercesine sitem etmektedir.

‘’Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
…benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!’’

Mehmet Âkif’in kızı Feride’ye gönderdiği imzalı bir fotoğrafı (TDV İslâm Ansiklopedisi)

Edebiyata sosyal bir fonksiyon yükleyen, canlı bir söyleyişe, kuvvetli bir gözleme sahip olan şair, biçimi de ihmal etmemiş, aruz veznini Türkçe ile birleştirerek ona millî bir kimlik kazandırmıştır. Hasbihal üslubunu sıkça gördüğümüz şiirlerinde diyaloglar, halkın konuşma dili ve yaşantısı canlı verilir. Şahıs kadrosu zengindir. Manzum hikâyelerinde yaşadığı dönemin panoramasını çizmiş, gerçeklikleri konu etmiş, şahit olduğu bir olayı manzum formda hikâyeleştirmiştir.
Devrin siyasetini sık sık eleştirmiş, şiirlerinde devlet adamlarını övmemiştir. Siyasi inhitat döneme karabasan gibi çöktüğü zaman, ülkenin idaresini elinde tutan hükümetlerin siyasetlerini beğenmediği halde, verilen vazifeleri kabul etmiş, yerine getirmiştir.

İstiklâl Marşı bestesi

‘’Sessiz yaşadım; kim, beni nerden bilecektir?’’ demişti. Sessiz yaşadı, kalabalıklarda yalnız kaldı. Sahip olduğu Türk-İslam ülküsünü, bu ülkünün ahlâkına sığmayan bütün kötülükleri, yolsuzluğu, riyayı, cahilliği tek nefeste haykırdı. ‘’Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.’’ dedi. Şiirleri dahil, ne kaleme aldıysa, cemiyetlerde ne söylediyse hakikatin ışığında yol aldı. ‘’Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem’’ derken, milleti zulme karşı uyandırıyor; bünyesinde barındırdığı millî ve dinî değerlerini hatırlatarak ona azim ve güç katıyordu. Gücünü ise imanından alıyor, iman dolu göğsü sayesinde hiçbir şeyden taviz vermiyor, milletine içindeki cevheri göstererek, ‘’Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar…’’ diyordu.

Hayatının son zamanlarında Mısır’a gittiğinde kendisine yoldaşlık eden devlet adamı ve yakın arkadaşı Abbas Halim Paşa, ondan bahsederken hakkında yazılıp çizilecek her şeyi özetliyor gibidir:
“Bu O’nun (Mehmet Âkif’in) talihi değil, benim talihim! Âkif, ne zaman, nerede olsa bir Abbas Halim bulurdu; Fakat ben bir Âkif’i nasıl bulurum.”

Bu vatan, bir Âkif’i, bir daha nasıl bulur şimdi..

Kaynaklar:
Mehmet Âkif Ersoy, Safahât, Beyan Yayınları, Mart 2018 / M.Orhan Okay, Mehmed Âkif Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam, Dergâh Yayınları, Şubat 2017 / Musa Yaşaroğlu, Sürgündeki Palto, Türdav Yayınları, Eylül 2017

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir