Rainer Maria Rilke, esas adıyla René Maria Rilke, 4 Aralık 1875’de Prag, Bohemya, Avusturya-Macaristan’da (Şu anda Çek Cumhuriyeti) doğmuş, 29 Aralık 1926’da Valmont-İsviçre’de vefat etmiştir. Duino Ağıtları ve Orpheus’a Soneler gibi eserleri ile dünyaca meşhur olan Alman şair…
Ömrünün İlk Yılları
Rilke, pek de mutlu olmayan bir evliliğin tek meyvesi idi. Memur olan Babası Josef, meslekî hayatında sükûtu hayale uğramış bir adamdı. Üst orta sınıf bir tüccar ve imparatorluk meclis üyesinin kızı olan annesi ise alt sınıftan biriyle evlendiğini düşünen zor bir kadındı. Nihayetinde bu zor kadın 1884’te eşinden ayrılacak ve imparatorluk sarayına yakın olabilmek için Viyana’ya taşınacaktır.
Rilke’nin eğitimi, tıpkı anne babasının talihsiz evliliği gibi kötü planlanmış ve parçaları etrafa savrulmuş bir eğitimdir. Babasının aleyhinde olan içtimai mevkiini temin etmek için bir subay olmasına karar verilmiştir. Netice itibariyle Prag’daki Piarist kardeşler tarafından yönetilen oldukça seçkin bir mektepte birkaç yıl geçirmesinin ardından, Sankt Pölten’in (Avusturya) alt askeri Realschule’sine kaydolur ve 4 yıl sonra ise Mährisch-Weisskirchen’de (Bohemya) üst askeri Realschule’sine girer. Maalesef her iki mektep de son derece hassas bir tabiata sahip olan çocuğun ihtiyaçları ile tamamiyle ihtilâftadır…
Ve nihayetinde mektepten pek de sağlıklı olmaması hasebiyle vaktinden önce ayrılmak durumunda kalır. Hayatının sonraki yıllarında Rilke, o yılları; merhametsiz bir ıstırap devri, bir ”korkunun başlangıcı” olarak tanımlar. Linz’deki (1891–92) işletme Akademisi’nde geçen bir diğer beyhûde yıldan sonra Rilke, amcasının etkili teşvikiyle yanlış yönlendirilmiş eğitim hayatını düzenleme fırsatına erişir. 1895 yazında, Prag kenar mahallelerinden Neustadt’daki Alman Gymnasium’da (üniversiteye hazırlanmak için tasarlanmış bir mektep) eğitim kursunu tamamlar.
Rilke, mektepten ayrıldığında çoktan bir şiir kitabı yayınlamıştır (1894) ve şiirle bezeli bu edebî yolun bir yolcusu olacağından emindir. Takvim yaprakları 1895’li yılları gösterdiğinde Prag Charles Üniversitesine kabulünün ardından, Alman edebiyatı ile sanat tarihi bölümlerinin derslerine kaydolmuş ve ailesinin gönlünü almak için ise bir dönem hukuk dersi almıştır. Fakat tam anlamıyla çalışmalarına odaklanamamış olması hasebiyle 1896’da okulu bırakarak, sanatlı ve kozmopolitan atmosferiyle kuvvetli bir cazibe merkezi olan Münih’e gider. Böylece şahsî ihtiyaçları tarafından yönlendirilen bir adamın, huzursuz seyahatleri ve diğerlerine kendi rüyâlarının mevcudiyetini inandırmayı başarmış bir sanatçının olgunluk çağı başlar. Tüm genişliği ve çeşitliliği ile Avrupa Kıtası -Rusya, Fransa, İspanya, Avusturya, İsviçre ve İtalya- bu olgun yaşamın dışa akseden fizikî mekânlarıdır.
Olgunluk
Rilke, Mayıs 1897’de leylâsıyle yani Lou Andreas-Salomé ile tanışır. Otuz altı yaşındaki Lou; St. Petersburg’lu olup Rus bir general ve Alman bir annenin kızıdır. Gençliğinde Friedrich Nietzsche ondan epey etkilenmiş fakat onun tarafından reddedilmiştir. Rilke ile tanışmasından on yıl önce ise Lou, bir Alman profesör ile evlenmiştir. Rilke’nin Lou’ya olan aşkı hiç şüphesiz onun hayatının dönüm noktası olmuştur. Bir sevgiliden de fazlası olan Lou; ona annelik etmiş, hissî eğitiminin en mühim etkisi olmuş ve bunların da ötesinde ona Rusya’yı takdim etme şansına ermiştir. İlişkileri nihayetlendiğinde bile Lou onun biricik dostu ve mahrem-i esrarı olarak kalmaya devam etmiştir. 1897’nin sonlarında Rilke, Lou’nun hayatına bir köşeden dâhil olabilmek arzusuyle onu Berlin’e kadar takip eder.
Rusya, Rilke’nin yaşamındaki kilometre taşlarından biridir. Paris ihtimali hariç, müteakip keşiflerinden daha derin bir iz bırakacak olan ”Seçme Anavatan”lar dizisinin ilk ve en keskin olanıdır Rusya. O ve Lou Rusya’yı ilk olarak 1899 baharında ziyaret etmişler, sonrasında ise 1900’ün yazında şehri bir de yaz elbiseleri içinde seyretme imkânına ermişlerdir. Rilke orada iç hakikatine ve hislerine karşılık gelen ideal bir remz biçiminde vücut bulmuş zahiri hakîkate rastlar. Rusya onun için dağınık, zapt edilemeyen ve neredeyse dinî anlamda etkileyici niteliği beraberinde – “Tanrı”, “İnsan topluluğu” ve “tabiat”ın ahenkli ve muktedir birlikteliği, varlığın “engin” ruhunun damıtılmasıyla dolu bir şehirdir. Hülasa, Rusya Rilke’de ciddi çalışmalarının hakiki başlangıcına işaret ettiği şiirî bir karşılık uyandırmıştır: 1899 ve 1903 yılları arasında neşet etmiş üç bölümden müteşekkil uzun bir şiir dizisi olan “Duâ Saatleri Kitabı” (Das Stunden-Buch) (1905).
Buradaki şiirî “ben”, varlığın tecessüm etmiş hâli olarak tasavvur ettiği ve “şey”lerin şahsî çeşitliliğinin ilahî muktediri tanrısını duâları ile kavrayan genç bir keşiş kisvesiyle kendisini okuyucuya sunar. Eserin dili ve motifleri umumiyetle 1890’ların Avrupası’na aittir: Art Nouveau sanat akımı, Henrik Ibsen ve Maurice Maeterlinck’in dramalarından ilham alan hâletiruhiyeleri, John Ruskin ve Walter Pater’ın sanat şevki ama bilhassa Nietzsche’nin felsefesindeki “varlık” vurgusu… Yine de; ritmik oluşu, düşündürücü gücü ve akıcı müzikalitesiyle bu adanmışlık egzersizlerinin kendini övme şevki, bambaşka taze bir unsuru ihtiva ediyordur ki nevi şahsına münhasır şâir onlarda kendi sesini bulacaktır.
Rusya’ya yaptığı ikinci gezisinden sonra Rilke, Bremen’in yakınındaki Worpswede sanatçılar topluluğuna katılır. Burada yeni bir hayat tarzı geliştirmeyi deneyen kafa yapısına uygun sanatçıların arasına yerleşmeyi ümit eder. 1901 Nisan’ında Auguste Rodin ile çalışmış Bremenli genç heykeltıraş Clara Westhoff ile evlenir. Çift, yuvalarını Westerwede’nin yakınındaki bir çiftlik evinde kurar. Rilke burada Duâ Saatleri Kitabı’nın (Stunden-Buch) ikinci kısmı üzerinde çalışmış ve aynı zamanda Worpswede topluluğu hakkında bir kitap yazmıştır. Aralık 1901’de Clara bir kız çocuğu dünyaya getirir. Fakat hemen ardından ikili, şahsî kariyerlerinin peşinden gidebilmek için dostça ayrılmaya karar verir.
Rilke, 1902’de bir Alman yayıncı tarafından Rodin hakkında bir kitap yazmak üzere görevlendirilir ve heykeltıraşın yaşadığı yere yani Paris’e gider. Akabindeki on iki yılda Paris, Rilke’nin hayatının coğrafik merkezi olur. Ancak şehirden muhtelif şehirleri ve ülkeleri görmek için sıklıkla ayrılır. 1903 baharında Paris’in kayıtsızlığından kurtulmak için İtalya Viareggio’ya gider. Burada Duâ Saatleri Kitabı’nın (Stunden-Buch) üçüncü bölümünü yazar. Ayrıca Roma’da (1903–04), İsveç’de (1904) ve defalarca Capri’de (1906–08) çalışır. Güney Fransa’yı, İspanya’yı, Tunus’u, Mısır’ı gezer ve sıklıkla Almanya ve Avusturya’daki dostlarını ziyaret eder. Yine de Paris; hem tarihi, insanları, “manzara” nitelikleri hem de entelektüel mânâda insanı zorlayan havasıyla en az Rusya kadar mühim olan ikinci evidir.
Rilke’nin Paris’i, lüks ve erotizm dolu “belle époque” yani hayatın “güzel dönemi” niteliğini taşıyan bir başkent değildir. Daha çok kesif, insanı insanlıktan çıkarıcı bir ıstırapla bezeli, yaşlı, hasta ve ölmekte olan bir şehirdir. Âdeta korkunun, sefaletin ve ölümün başkentidir Paris. Bu hadiseler ışığındaki endişesi bir ikinci şey ile birleşecektir: yaratıcılığa ve sanata olan yeni teşebbüslere artan farkındalığı ve Rodin ile olan birlikteliği sayesinde kazandığı bir diğer farkındalık… Bu ikilinin dostluğu ise 1906 Baharı’na değin sürer. Rodin, ona ilhamın gelenekli fikriyle keskin bir tezat oluşturan devamlı çalışma hususundaki şahsî sanat ahlâkını öğretir. Rodin’in usulü detaylara ve nüanslara bağlı, zenginleştirme ve nesnelleştirme bağlamında şaşmaz bir “biçim” arayışından başka bir şey değildir. Rodin ayrıca Rilke’ye Louvre gizleri, Chartres Katedrali ve Paris’in çehreleri hakkında yeni malumatlar vermiştir. Edebî misaller arasından ise Rilke’yi en çok şair Charles Baudelaire etkilemiştir.
Paris yılları esnasında Rilke, fizikî bir nesnenin estetik özünü yakalama teşebbüsünde bulunan Ding-Gedicht, “nesne şiiri” dediği yeni bir lirik şiir üslûbu geliştirir. Bu şiirlerin en başarılı olanlarından bazıları görsel sanatların malûm eserlerinin imgeli şifahi bir çevirileridir. Diğer şiirleri ise tıpkı bir ressamın tasvir edeceği şekillerde yer şekillerini, portreleri, İncil’i ve mitolojik temaları ele alır. Neue Gedichte (1907–08) gelenekli lirik Alman şiirinden ayrılışı temsil eder. Rilke, dilini diğer sanatlar arasından sıyrılan bir sanat ve mevcut dillerden ayrılan bir dil olarak nitelendirilebilecek derecede inceliğin ve arınmanın sınırlarına değin zorlar.
Bu şiirlerin dünyevi zarafeti, içerisindeki şahsî duyguları ve manevî bağlılıkları örtbas edemez. Rilke, 1907 Güzü’nde Paul Cézanne hakkında yazdığı mektuplarda bu ressamsı üslûbunu ”aşkı meçhul bir çaba içinde tüketmek” şeklinde tanımladığında kuşkusuz kendisinden de bahsetmektedir. Haziran 1903’te Lou Salomé’ye yazdığı bir mektubunda, yine usulünü: “korkudan nesneler üretmek” formülleştirmesiyle tanımlamıştır.
Malte Laurids Brigge’nin Notları (Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge), 1904’te Roma’da üzerinde çalışmaya başladığı Neue Gedichte‘nin düzyazı şeklindeki bir karşılığıdır. Şiirlerde arka planda üslûbun kusursuzluğunun ardında süzülen şey, düzyazı çalışmasının ön planındadır: Paris’te bir otel odasında tek başına oturan kişinin şahsî sıkıntıları ve “korku”, “nesnelerin” üretimi için gerekli olan o yegâne ilham…
Şiirler eğer Sembolistlerin “saf şiir” telakkisinin olağanüstü bir tasdiki şeklinde görünüyorsa; Malte Laurids Brigge’nin Notları da, varoluşçu yazımın fevkalâde bir erken misali şeklinde görülmelidir. Bu eser; Paris’te yaşayıp, gelenekli anlatı kronolojisine uymayı ve temalarını her şeyi kapsayan bir “uzamsal zaman” arka planında kurmayı reddederek, “eş zamanlı” olaylar kümesi şeklinde sunan genç Danimarkalı gurbetçi Malte tarafından yazıldığı varsayılan betimleyici, çağrıştırıcı ve derin fikrî bölümleriyle ustaca birleştirilmiş muhteşem bir mozaiktir. Ve bu mozaikte Rilke’nin; aşk, ölüm, çocukluk korkuları, kadının putlaştırılması ve son olarak basitçe “kalbin temâyülü ” olarak ele alınan “Tanrı” meselesini ihtiva eden ana temaları bulunabilir. Eser, ruhun ayrışmasının tanımı olarak görülmelidir ancak diyalektik fikrî çekinceden yoksun olmayan bir ayrışmadır bu: “Tek bir adım ve en derin ıstırabım bir saadete dönüşebilir.” der Malte…
Elbet bu şaheserlerin Rilke’ye ağır bedelleri de olmuştur. Bir yazma engeli ve yazmaktan vazgeçmek fikriyle oyalanmasına sebep olacak çok şiddetli bir depresyon… Bu sebepler dolayısıyle kısa bir şiir devri dışında, Das Marienleben (1913), 13 yıl hiçbir şey yayınlamamıştır. Neue Gedichte‘sini aşan ilk eserleri (ağıt tarzında yazılan iki uzun şiir) dahi 1912’nin başlarında yazılmıştır. Rilke, onlardan başka taze bir döngünün parçası olacaklarına dair söz aldığı için hemen yayınlanmalarını istememiştir. Bu iki şiiri Trieste’nin yakınındaki Duino Kalesi’nde kalır iken yazmıştır.
I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Rilke yerleşmeye karar verdiği Münih’tedir ve savaşın çoğunu da orada geçirir. Aralık 1915’te Viyana’daki Avusturya Ordusu ile birlikte askere çağrılır. Fakat Haziran 1916’da sivil hayatına geri döner. O yılların sosyal iklimi Rilke’nin yaşam tarzına ve şiirlerine karşıttır. Savaş sona erdiğinde ise neredeyse kendisini tamamen felç olmuş biri gibi hisseder. Nispeten üretken olduğu tek bir dönem vardır: 1915 Güzü’nde bir dizi yeni şiire ek olarak “Dördüncü Duino Ağıdı”nı yazdığı o dönem…
Ömrünün Son Demleri
Rilke ömrünün sonraki yedi senesini Seçme Anavatanlar dizisinin son şehri olan İsviçre’de geçirir. Ve yaratıcı istidatlarına bir kez daha nail olur. 1921 Yazı’nda Rône Vadi’sindeki bir kale olan Château de Muzot’da (Muzot Şatosu) İsviçreli bir efendinin misafiri olarak ikamet eder. Şubat 1922’de, birkaç gün süren yoğun üretkenlik fâsılası içinde yıllar önce başladığı Duino dizisini ve beklenmedik bir şekilde hatta neredeyse hiç çaba harcamadan Duino Ağıtları ile tema ve ruh hâli bakımından yakinen ilişkili olan 55 şiirden müteşekkil bir başka enfes şiir dizisini yani Orpheus’a Soneler’i (Sonette an Orpheus) tamamlar.
Duino Ağıtları (The Duineser Elegien), Rilke şiirinin doruk noktasıdır. Duâ Saatleri Kitabı‘nda (Stunden-Buch); Tanrı’ya yapılan esrarlı ibadetin adanmışlık egzersizi olarak “varlık”ın saf belirsizlik şöleni ile başlayıp; Malte’de «uçurumun üzerinde asılı duran bu hayat hakîkatte mümkün değildir» iddiasında bulunmasına sebep olan o şey, ağıtlarda daha müspet bir not şeklinde okunur. Hayatın mevcudiyetinin övgü dolu meşrulaştırılması bahsinde 1925 yılında Rilke şunu yazar: “hayatın tasdiki ve ölüm ağıtlarda özdeş bir konumdadır.”
Bu şiirler “modern” insanın, özgürleşmiş ve “mirastan yoksun” bir bilincin, Hristiyanlığın gelenekli engin imajının bir karşılığı olarak, kendisini koruma vaziyetini yansıtan yeni bir efsâne olarak görülebilirler. Nietzsche gibi Rilke de Hristiyanlığın içkin ve aşkın ikiliğine karşı çıkar. Yerine; hayat – ölüm, dünya – uzay ve tüm zaman uzanımlarını devşirerek bunları kuşatıcı bir vahdet telakkisi içinde eriten “umumi manevî feza”nın birciliğinden ısrarla söz eder. Bahis olunan Rilke efsânesi Orta Çağ misallerine paralel şekilde hayvandan “melek”e kadar tüm hakikati hiyerarşik bir tertip olarak gören imge yüklü kozmolojide ifade bulur. Bu kozmoloji sezgili kavrayış gücüyle izhar olan her şeyi görünmeze dönüştürme ödevinin verildiği sistematik ve tutarlı bir yaşam doktrini ile sonuçlanır: “Biz görünmezin arılarıyız.”
İnsanın bu nihai alınyazısı dönüşümlü olarak; “söyleyiş”, “şarkı söyleme”, “yüceltme” yahut “methiye” olarak adlandırılan meşgalede müşahhas olur. Şair böylece; “meleğin önünde” (Tanrı’nın mahlasıdır) temsilci, Dokuzuncu Ağıt‘ta yahut daha çarpıcı bir şekilde Orpheus’a Soneler‘de olduğu gibi insanlığın kahramanı hâline getirilir. Merhum Rilke’nin bu mesajı, birtakım kimseler tarafından yeni bir “yaşam” dini olarak bilinir fakat bazı kimselerce şairin şahsında dizginsiz bir estetiğin ifadesi olarak ve şairin şahsi istîdadı hasebiyle “kendini kurtarma” girişimi olarak okunduğundan reddedilir.
1922 Şubatı’nın muzaffer atılımı Rilke’nin son büyük bağışıdır. Ancak hem içerik hem üslûp bakımından bazı son şiirleri biçim tecrübeleri dahilinde Ağıtlar‘ın ve Soneler’in ötesine geçmiş olsalar bile, artık 1920’li yılların şiir dilinin doğasıyla bağlantısız görülmektedir. Bu geç dönem çalışmalarına ek olarak Rilke; aynı zamanda birkaç adet yalın neredeyse şarkıvari şiir, kısa diziler ve Valais manzarası hürmetine dört Fransızca derleme yazmıştır.
Muzot, evi olarak kalmaya devam ederken; Rilke, bilhassa İsviçre içindeki, seyahatlerine devam etmektedir. Kendini dostlarına ve muhteşem enginlikte mektuplar yazmaya adar. 1925’in başlarında edebî hayatıyla yakın temasta olduğu Paris’e tekrar gider. André Gide ve Paul Valéry gibi eski dostlarının yan sıra yeni hayranları tarafından da asilce karşılanır. Hayatında ilk ve son kez Avrupa’nın başkentindeki bir edebî mevsimin merkezindedir. Fakat bu ziyaretin sebep olduğu gerginlik, onun zayıf sıhhati için çok fazladır. 18 Ağustos’ta, beklenmedik şekilde, Paris’ten sessizce ayrılır. Hakikatte 1923’ten beri hastadır. Fakat bitkinliğinin esas sebebi 1926’daki vefatından birkaç hafta öncesine değin teşhis edilememiş ve tedavisi mümkün olmayan nâdir bir lösemi (leukemia) türüdür. Nihayetinde kendine has bir ölüm için tanrısına belki defalarca kez yakaran bu cesur şair*, Cenevre Gölündeki Territet’in yukarısında konumlanan bir sanatoryumda hayata gözlerini yumar..
*Çevirmen Notu: Esasında metinde böyle bir niteleme bulunmamaktadır. Fakat dünyanın belki de en lirik ölümüne sahip olan bu kıymetli şairi ölümünün hakiki sebebine değinmeden, öylece geçmeye göynüm el vermedi. (Belki hakikatin romantik tarafı demek daha doğru olur.) Hatta okumuş olduğunuz uzun soluklu bu metni sırf Rilke’ye duyduğum derin muhabbet ve hayranlık dolayısıyla değil, belki en çok onun kendi gibi naif olan vefatına değinmek için çevirme cüretinde bulundum desem zannediyorum mübalağa etmiş olmam. Kaldı ki her şeyin de ötesinde eğer bu meseleye değinmez isek, kendine özgü bir ölüm için duâlar etmiş olan bu zarif şaire en büyük haksızlığı etmiş oluruz diye düşünmekteyim. Belki meseleyi işittikten sonra pek çoğunuz inanmayacaksınız bana, uyduruyorsun diyeceksiniz… Ziyanı yok. O vakit siz de pek hoş bir hikâye imiş deyip geçersiniz…
Rilke, otobiyografik nitelikler taşıyan tek romanı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda Post-modern insanın normalde belki de hiç dikkatini celbetmeyen bir noktaya vurgu yapar ki çok mühimdir… Şöyle der bir yerde Malte: “İyi hazırlanmış bir ölüme kim bakar bugün? Hiç kimse. Ayrıntılı bir ölümü sağlayacak durumda olan zenginler bile ihmalci, aldırmaz olmaya başladılar; insanda kendi ölümüyle ölme isteği azaldıkça azalıyor. Bir zaman sonra kendi hayatını yaşamak kadar seyrekleşecek böyle ölümler. Çünkü her şey hazır. Geliyorsunuz, hazır bir hayat buluyorsunuz, onu giyinmeniz kalıyor. Gitmek mi istiyorsunuz ya da gitmek zorunda mısınız, siz hiç zahmet etmeyin:
«Voilà votre mort, monsieur. » (fr.) (İşte ölümünüz, mösyö.) Rastgele ölüyorsunuz.. ”
{Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, Can yayınları, sayfa 13}
Rastgele ölüyoruz… Rastgele ölmekteyiz… Ama ölüm dikkatine sahip, görünmezin arılarından biri özge bir ölüm için işte başlıyor duâlar etmeye. Şairin biricik duâsı: yalnız özge bir ölüm. Ne cesaret! Böylece geçer iken günler rivayete göre şairin şiirlerine -duâlarına- tutkun bir hanımefendi şairi görmeye geliyor uzak diyarlardan. Bu duruma pek sevinen mahcup şair, hanımefendiye bir gül vermek düşüncesi ile doluyor. Güllerle dolu bir bahçeye varıyor. Bahçedeki en mahzûn gül, onun gözünde diğerlerinden hemen ayrılıyor.. Uzanıyor zarif parmaklarıyla güle. “Nasıl güzelsin!” diyor.. “Bir başına ne de güzelsin…” Hanımefendiye verebilmek için o nazlı güzeli almaya yelteniyor. Ama dedik ya bir kere nazlı diye, şaire aşkından mıdır bilinmez dikenlerinden biriyle şairin parmağına minik bir buse konduruveriyor. Visâlin zorluğundan olsa gerek şairin parmağı kanlar içinde… Ne buse ki şair perişan… Gönlünden şu dizeler dökülüyor: «Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci.»
Acısı dinmeyen şair, derman bulurum ümidiyle bir hekime gidiyor. Fakat ne çare! Şaire kanser teşhisi konuyor… Çok geçmeden de şairin duâsı vuku buluyor. Tıpkı dilediği gibi, ona ait, ona yakışan bir ölümle kavuşuyor kavuşulması gerekene…
Şairin mezar taşında son sözü mahiyetindeki aynı mısralar kazılıdır. Kimin aklına gelmiş, kim şahitlik etmiş o ana meçhul… Belki şu gülü alamayan hanımefendinin fikridir, kim bilir…
Beni bitirdi bu yazı… İnsanda biraz vicdan olur. Gözlerim dolu dolu yazıyorum. Bu ne böyle! Pek Wagnerimsi bir yazı olmuş. Parlak bir başlangıç ve nihayet zaman misali içten içe sessiz sessiz işleyen ve usulca, hüzünlü bir şekilde semâdan kendini başka alemlere çeken bir gün batımı misali bir final… Canımı çıkardın çevirmen. Âhım var sana… Ve güllerin bu garipliği beni ağlatıyor… Bu Rilkeli gariplik sızım sızım sızlatıyor…